HZ. İSA'NIN MEZARI ÇEMBERLİTAŞ'TA MI?


M.S. 330. Büyük Roma İmparatorluğu'nun başkenti bugünkü adı ile İstanbul olur. Aslında bu tarihten önce Büyük Roma İmparatorluğu ikiye bölünmüştür. Fakat, fiili ayrılma tarihi 395 olarak kabul edilir. Batıda kalan eski Roma'dır ki Batı Roma İmparatorluğu olarak anılagelmiştir. Doğudaki ise Doğu Roma İmparatorluğu diye anılmakla birlikte, 19.yy tarihçilerinin koyduğu adla Bizans İmparatorluğu olarak anılagelmiştir.
Doğu Roma İmparatorluğu çok geçmeden dilini ve dinini değiştirmiştir. Dillerini Yunanca olarak seçtiler. Dinlerini ise Hıristiyanlık olarak... Oysa Batı'daki Roma hem latinceyi dil olarak seçmişti, hem de pagan yani çok tanrılı dini kendilerine uygun görmüşlerdi. Zaten, dil ve din ayrımı birleşik yapıyı yıkan en önemli göstergelerdir. Demek ki gerçekten de tarih tekrardan ibaret. İşin ilginç yanı bunca tekrara karşın hâlâ ders alınmadığı.
M.S. 330 yılında Doğu Roma'nın başkenti, imparatorluğun başındaki imparatordan dolayı Konstantinopolis olarak adlandırılır. Bunun bir işareti-alameti olarak da büyük bir sütun dikilir. Sütunun üzerine de Konstantin'in bir heykeli yapılır. Sütunun kaide kısmına hücre (oda) yapılır. Biz bu sütunu bugün Çemberlitaş olarak anıyoruz. Sütun, bu semte adını da vermiştir.
Sütunun özgün boyutunun 57 metre olduğu kaynaklarda yazılmaktadır. Roma'daki Apollon Tağınağı'ndan sökülüp buraya getirilen sütun yıldırım düşmesinden dolayı zarar görmüştür. Bu sırada Konstantin'in heykeli de yıkılmıştır. 1080'li yıllarda Aleksios Komnenos bu sütunu onartmış ve kırılan heykelin yerine som altından olduğu söylenen haç koydurmuştur. 1453 yılında bu haç da indirilmiştir. Sütun çeşitli tarihlerde hasar görmüş ve onartılmıştır.
Çemberlitaş olarak artık anılan bu Konstantin Sütunu gizemlerle doludur. Bir kere bu sütun İstanbul yol haritası ne kadar değişirse değişsin hep aynı yerinde kalmıştır. Son yıllarda başlatılan onarım çalışmaları ise büyük bir gizlilik içinde sürmektedir. Tam olarak anımsamıyorum ama sanıyorum 3-4 yıldır onarım sürüyor. Sütunun her yanı tam biz Türklere yakışır biçimde gecekondu gibi çuvallarla, mukavvalarla, tahta perdelerle çevrilmiş durumda. Bu nasıl onarımsa hem uzun yıllardır sürüyor, hem de neyin nasıl restore edildiği bilinmiyor ve görülmüyor.
Şimdi gelelim asıl konumuza. Adı geçen bu restorasyon sırasında radyo dalgalarıyla yapılan zemin taramalarında Çemberlitaş Sütunu'nun altında birden fazla hücrenin olduğu saptandı. Peki, bu hücrelerde neler olabilir ve onarımın bu kadar uzamasının nedeni bu hücrelerde olduğu iddia edilen kutsal eşyalar mıdır?
Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilirken el ve ayağına çakılan çiviler bu sütunun altında bulunan hücrelerde gizliymiş. Ayrıca İsa çarmıhtan indiriltikten sonra bir kefene sarılmıştır ki, bu kefenin de bu sütunun altında olduğu söylenmektedir. Kutsal kase'nin yanında, Hıristiyanlığa ait birçok kutsal eşya bu sütunun altında olduğu iddia ediliyor. Hıristiyan dünyası da buna inanırken, Vatikan da bu inananlara destek veriyor.
Ve şimdi ben şunu iddia ediyorum. Kefeni ve birçok kutsal eşyası burada olan Hz. İsa'nın mezarı da bu sütunun altında olma olasılığı çok yüksektir. Çok değişik tarihlerde sütunun altında bulunan hücrelere resmi olarak arkeologlarca girilmeye çalışılmışsa da buna izin verilmemiştir. Hz. İsa'nın mezarı hâlâ kayıptır. Onu Kudüs'te ve başka yerde arayanlar hâlâ bulamamıştır.
Peki neden Konstantinopolis'te olabilir?
Çünkü, o tarihte Hıristiyanlığı yeni kabul etmiş büyük bir imparatorluk bunu yeni taraftar toplamak amacıyla yapmış olabilir. Ayrıca, dünya topraklarında Hz. İsa'nın en güvenilir şekilde mezarının korunması Konstantinopolis'te olasıdır. Roma'da dikili bulunan sütunun üzerinde tanrı Apollon heykeli bulunmakta idi. Konstantinopolis'e getirildiğinde İmparator Konstantin'in heykeli buraya konuldu. Ama, aynı Apollon gibi doğan güneşi selamlayan Konstantin. Burada bir anlam vardır. Nitekim, bir yıldırım düşmesiyle yıkılan Konstantin heykerlinin yerine bu kez dev boyutlarda ve som altından olduğu yazılan haç konmuştur. Bütün bunların anlamı hem sütunun kutsallığını ve önemini belirtmek, hem de gelecek kuşağa bir işaret bırakmak olmalıdır.
Şimdi dünyada birçok Hıristiyan Hz. İsa'nın kutsal eşyalarının bu sütun altında olduğunu biliyor. Benim son söylediğim Hz. İsa'nın mezarının da bu sütunun altında olduğudur.
Son yıllarda yapılan ve fakat gündüz hiç bir çalışmanın gözlenmediği, hattâ çok kişinin "Bu onarım unutuldu" dediği restorasyon çalışmaları gece mi yapılmaktadır? Radyo dalgalarıyla yapılan zemin çalışmalarında ortaya çıkarılan birden çok hücre (oda) içine girildi mi? Bu hücrelerde bulunan önemli kutsal eşyalar İstanbul'un el değiştirmesine neden olabilicek değerde midir? Bunun için mi her hangi açıklama yapılamamaktadır?
Düşünsenize, yaklaşık ikibin yıldır bilinmeyen Hz. İsa'nın mezarı, kefeni, çarmıha çakılan çivileri, kutsal kan şişeleri, kutsal kasesi Çemberlitaş'ın altındaki hücrelerde bulunduysa?
Hıristiyanlık dünyası bunu nasıl karşılar? Bu kutsal emanetleri ve bu kutsal emanetlerin getireceği rantı kim İstanbul'a bırakır?

ALEMDAR MUSTAFA PAŞA


Dışarda kıyamet kopuyordu. Yeniçeri Ordusu, Babıâli'yi kuşatma altına almış, içerdekiler rehin kalmıştı. İçerdekiler için dışarıya sağ çıkmak pek mümkün gözükmüyordu. Yardım isteyen davulun sesi tâ Topkapı Sarayı'nda oturan II. Mahmud Padişaha kadar ulaştığı halde, o umursamıyordu bile. Topkapı Sarayı'nın etfarını çeviren dört bin Segban-ı Cedit ile kendi canının derdine düşmüştü. Oysa, Babıâli'de zor durumda bulunan kişi Osmanlı'ya önemli hizmetler yapmış ve son beş aydır da II. Mahmud'un Sadrazamlığını yapmakta olan Alemdar Mustafa Paşa idi.
İsyan gittikçe hararetleniyordu. Babıâli'nin büyük bir kısmı ateşe verilmişti. Yangın henüz belki de bilerek Alemdar'ın içinde olduğu yerde başlatılmamıştı. Çünkü, Sadrazam Alemdar, halk tarafından sevildiği gibi, yeniçerililer tarafından da sevilen ve sayılan bir kişiydi. Onların arasını bozan Padişah II. Mahmud'du. O mahmud ki, yeniçeri ordusunu ortadan kaldırıp, yerine düzenli bir ordu kurmak sevdasıyla yanıp tutuşuyordu. Fakat, yeniçeri ordusunun her neferini rahatsız eden asıl konu bu değildi. Onlar, halkla birlikte kurdukları muhabbedi kıskanan bir padişahtan söz ediyorlardı. Buradaki her nefer Bektaşi Tarikatı'na girmiş, halka da bu tarikat üyeliğini aşılamakta olan kişilerdi. II. Mahmud'un yeniçerilerden korkusu buydu. Yeniçeri, halkla bütünleşerek Bektaşiliği yaymakta idi.
Alemdar, sıkıştığı yerden dışarıda olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Yeniçeri ordusundan her hangi bir kimsenin kendisini öldüreceğine inanmıyordu Evet, son zamanlarda ve özellikle III. Selim'in padişahlığı sırasında o da yeniçeri ordusundan umudunu kesmiş ve III. Selim'in Nizam-ı Cedit ordu kurmasına hoş bakmıştı. Ama, yeniçeri unutmamalıydı ki bundan çok daha önceleri, yeniçeri ordusunu Nizam-ı Cedit'e karşı da ayaklandırmıştı. III. Selim'in yeniçeri ordusu üzerine kurduğu bütün planları, Alemdar, bizzat yeniçeriye aktarmıştı. İşte bu iyiliği bile yeniçeri neferleri unutmazdı. Alemdar öyle sanıyordu. Sonra, bütün yeniçeri Alemdar'ın da babadan yeniçeri olduğunu biliyordu.
"Teslim ol Alemdar Paşa!"
Dışardan yeniçerililer hepbir ağızdan bağırıyordu. "Teslim ol!"
Alemdar, bulunduğu yerden dünyalar güzeli karısının yüzüne baktı. Biraz ötelerinde haremağası da onları yalnız bırakmamış, yanlarındaydı. Çevre binalardan yükselen alevler Alemdar'ın içinde bulunduğu odayı iyice ısıtmıştı. İçeriye yavaş yavaş duman da doluyordu. Alemdar, gözlerini ayıramadığı Gürcü güzeli karısına gülümsedi. Gözlerinden içeriye girip, çok uzaklara daldı, gitti...
Haberci kapıyı tıklayıp içeriye girdiğinde Alemdar, masasında oturuyordu. Az sonra habercinin getirdiği haber Alemdar'ı çılgına çevirmişti. Hiç eğitimden geçmemiş ve bu nedenle de davranışlarını kontrol altına alamayan ve Osmanlı Vezirlerinin en cahili olan Alemdar, belinden hiç çıkarmadığı palasına elini attı, ayağa kalktı, bağırmaya başladı:
"Selim'i mi hâl'lettiler diyorsun sen haberci! Ben burada Selim'in Veziriysem onun kılına bile hiç bir babayiğit dokunamaz!"
Sonra, kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtı dışarıya doğru seslend:
"Toparlanın İstanbul'a gidiyoruz. Selim'i yeniden padişahlık makamına oturtmaya gidiyoruz!"
İstanbul'da III. Selim çoktan alaşağı edilmişti. Bu ayaklanmada Anadolu'da Kazasker bulunan Hafit Efendi'nin büyük rolü vardı. Bütün tezgâhı o kurmuştu. "Nizam-ı Cedit ne oluyordu da III. Selim gâvur icadı böyle bir ordu teşkilatlandırıyordu?"
Bu tür kışkırtmalar üzerine III. Selim apar-topar Saray'dan uzaklaştırıldı. III. Selim, kendisine kaba davrananlar arasında, evlâdı gibi sevdiği yeğeni IV. Mustafa'yı görünce bin kat daha yıkıldı. Yerde sürüklenirken ve tartaklanırken, "Sen ha Mustafa?" diyebildi ancak. Başka bir söz etmesine ne izin verdiler ve ne de onun durumu uygun oldu.
Gerçekten de III. Selim'in yeğeni olan ama oğlu gibi sevdiği IV. Mustafa derhal padişahlığa geçti. Amcasını attırdığı odada sık sık kontrol ettiriyordu. Onu ortadan kaldırmak gibi bir düşüncesi de yoktu. Tâ ki "Vezir Alemdar Mustafa Paşa Selim'i padişah yapmak için İstanbul'a geliyor" haberi kendisine ulaştırılana kadar. Bu haber kendisine ulaşır ulaşmaz derhal emrini verdi: "Gereğini yapın ve bana hiç bir şey söylemeyin!"
III. Selim'in kurmaya çalıştığı Nizam-ı Cedit ordusu bir anda ortadan kaldırıldı. Şimdi, Osmanlı'da Nizam-ı Cedid ve III. Selim yanlısı ne kadar insan varsa ortadan kaldırılmaya başlanmıştı. Fakat, bir de Edirne'den büyük bir orduyla yola çıkan Alemdar Mustafa Paşa vardı. O ne olacaktı? İşte, IV. Mustafa'nın bütün korkusu buydu. Bu korkuyla on dört ay Osmanlı'da padişahlık yaptı. Ama, korkusu gerçekleşmede pek uzamadı. Büyük gürültüyle Saray'a giren Alemdar'ın kuvvetleri herşeyi ele geçirmişti. Alemdar da bir tekmeyle padişahın odasının kapısını açtığında, karşısında IV. Mustafa'yı görmüştü. Biraz sonra III. Selim'in cesedi Alemdar'ın ayaklarının dibine yuvarlandı. Saray'da karışıklıklar olmasına rağmen IV. Mustafa fazla direnmedi. Alemdar, IV. Mustafa'yı padişahlıktan indirdiğini ve yerine II. Mahmud'un geçtiğini duyurdu.
Şimdi, Osmanlı'da yepyeni bir dönem başlıyordu. Yapacağı çağdaş icraatları nedeni ile ileride adı "Gâvur Padişah"a çıkacak olan II. Mahmud şimdi Osmanlı'nın padişahıydı. Elbette kendisini bu makama getiren Alemdar Mustafa Paşa'ya da borcunu ödemeliydi. Nitekim, onu Sadrazam yaptı. Böylece, II. Mahmut'un Sadrazamı oluvermişti Alemdar.
II. Mahmud'un tahta çıktığı gün elbette Sadrazamı Alemdar da oradaydı. Fakat, Osmanlı'da adetten olduğundan, padişahın yanında silahla bulunulmazdı. Oysa Alemdar'ın belinde palası hâlâ duruyordu. Padişahın böyle bir saygısızlığa göz yumacağını sanan Alemdar, bunun hesabını çok yakında vereceğini bilmeden, belindeki palanın nedenini II. Mahmud'a anlatıyordu:
"Padişahım beni bağışlayınız. Bu belimdeki pala mekanı cennet amcanız Sultan Selim Han hazretlerinin bendenize yadigârıdır. Bu nedenle bunu çıkaramam"
Oysa Osmanlı'nın en cahil Sadrazamı hiç bir zaman ve hiç bir yerde asla silahsız gezemezdi. En ufak bir kızgınlıkta derhal elini palasına atar ve öyle konuşurdu.
II. Mahmud'un yüzü garip bir ifade aldı. Odadaki ulemalar bu ifadenin anlamını çözmede geç kalmadılar. Anlaşılan oydu ki, Alemdar'la II. Mahmud'un yolu fazla uzamadan bitecektir. Çünkü, Osmanlı kültürü böyle süregelmiştir. Eğer bir padişahın yanında silahsız durulacaksa, durulacaktır. Bunu her kim ihlâl ederse, sonu er ya da geç gelmiş demektir.
Bunu, o sırada Alemdar anlayamamıştı.
Alemdar, Sadrazam olur olmaz, çok sevdiği III. Selim'i ortadan kaldıran herkesten intikam almaya başlamıştı. Sıra, Anadolu Kazaskeri Hafit Efendiye gelmişti. Alemdar, Hafit Efendiyi sürgün etmeyi düşünüyordu. Bu nedenle onu Sadrazamlık makamına çağırmıştı. Hafit Efendi, fazla gecikmeden Babıâli'nin yolunu tutmuştu. Sadrazamlık makamına geldiğinde ise büyük bir saygı ile içeriye girmişti. Yanında bir de bayan vardı. İçeriye girdiklerinde Alemdar, misafirlerine oturacak yer gösterdi. Şimdi, Sadrazamın gözü renkli çarşaf içindeki kadındaydı.
Kazasker "Aç örtünü Kamertab" dedi. "Burada biz bizeyiz"
Kamertab dediği kadın üzerini örten çarşafı açtığında, Sadrazamın odası güneş doğmuş gibi parladı. Sadrazam bu olağanüstü güzellik karşısında donakalmıştı. Nefesi kesilmiş, kalp atışları hızlanmıştı. "Aman ya Rabbim, bu ne güzellikti?"
Oysa, Kamertab'ın asıl görevi bundan böyle koynuna gireceği Alemdar'ın şu silâh sevdasından vaz geçirmekti. Çünkü, Sadrazam katıldığı her toplantıya silâhıyla giriyor, bu da Osmanlı'nın disiplinini bozuyordu. Bunun için Alemdar'ın silahını bırakması gerekiyordu. Zaten, Babıâli'ye gelene kadar Hafit Efendi bunu Kamertab'a sıkı sıkıya tembih etmişti.
Alemdar'ın nefes almasını unutturduğu Kamertab bütün marifetlerini konuşturup, Alemdar'ı kendisine aşık ettirirken, sessizliği Hafit Efendi bozdu:
"Efendim, Kamertab Gürcü'dür. İzniniz olursa cariye olarak hareminize sunuyorum"
Alemdar ne diyeceğini şaşırdı. Sanki sayıklıyormuş gibi "Elbette elbette kabulümdür, kabulümdür" diyordu.
Sonra Hafit Efendi, aslında nedenini bildiği ama bir de Sadrazamdan duymak istediği Babıâli'ye çağrılışının nedeni sordu. Alemdar, yerinden kalktı, Hafit Efendi'nin omuzunu tuttu. "Yok bir şey yok. Görevinizin başına dönebilirsiniz" dedi. Hafit Efendi, Kamertab'ı odada bırakıp dışarıya çıkarken, yaptığı hareketin ne kadar işe yaradığını düşündü ve sinsi sinsi güldü.
Gerçekten de fazla zaman geçmeden Alemdar'ın silah taşıma sevdası son bulmuştu.
Sadrazam Alemdar bulunduğu odanın duman içinde kaldığını ve her yanın alevlerle sarıldığını hissedince gözlerini başkadınından ayırdı gerçek aleme geri döndü. Dışarda yeniçeri başkaldırmıştı. II. Mahmud'u da istemiyorlardı, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'yı da. Fakat, II. Mahmud büyük bir koruma altındaydı. Alemdar ise, babıâli'nin cephaniliğine sıkışmış kalmıştı. Yeniçeri, II. Mahmud'u tahtan indirip, yerine dul Esma Sultan'ı tahta çıkarmak istiyordu. Bu belli ki Osmanlı İmparatorluğu'nu fiilen yönetime gelmiş ilk kadın padişahı olacaktı. Fakat, yeniçeri bir türlü Saray'a giremiyordu.
II. Mahmud, Babıâli'de yaşanan olaylara kulaklarını tıkamıştı. Tam yüz on gün sonra, yanına silahıyla giren Sadrazamından böylece intikamını alıyordu. "Devletin bekâsı için biz ceddimizden böyle gördük" diyordu hafifce gülümseyerek. "Disiplinden hiç kimseye taviz vermek yok!"
Alemdar, içerdeki bütün cariyeleri ve köleleri yeniçerililere teslim etmişti. Şimdi içerde baş kadını ve haremağası kalmıştı. Onlar da bir odadaydı. Pencereyi açtı dışarıya doğru seslendi:
"Yeniçeri! Ben de sizlerdenim. Ben de kırkikinci bölüğün bir neferiyim gelin beni teslim alın! Ancak, odabaşınız gelsin ona teslim olacağım!"
Odabaşı, Alemdar'ın seslendiği pencereye geldiğinde hiç ummadığı bir davranışla karşılaştı. Alemdar, odabaşına bağırıyordu:
"Bre devlet- Osmaniye'nin hainleri, bre aptal adamlar! Ben size düşman mıyım? Ben size düşman olsaydım çoktan sizi küllüyen yok ederdim. Fakat, sizler her zaman Osmanlı'ya başkaldırıp, Osmanlı'nın kötülüğüne sebep oldunuz. Ben kendimi sizlere teslim etmekle kıyamet gününe kadar lânet altında kalmayı düşürnür müyüm sanırsınız bre salaklar!"
Odabaşı şaşkın şaşkın Alemdar'ı dinlerken, Alemdar, belindeki silahı çıkarıp odabaşının ağzına sıktı. Suratı dağılan odabaşı yere yığıldı. Uzun direnmeden sonra yeniçerililerden yüz yüzelli kişilik bir nefer gurubu Alemdar'ın bulunduğu binayı tamamen kuşatmıştı. Binanın damında bile yüzlerce yeniçeri neferi vardı. Alemdar, içinde bulunduğu cephaneliğe bir ateş çaktı. Cephanelik büyük bir gürültüyle havaya uçtu. Yüzlerce yeniçeri öldü.
İki gün sonra yangın yerine girebilen yeniçeri mücevherlerle kaplı bir odada üç ceset buldu. Alemdar Mustafa Paşa, Baş kadını ve haremağası... Mücevherler oracıkta kapışıldı. Alemdar Mustafa paşa'nın ayağına ip geçirildi ve Et Meydanı'nda günlerce leş gibi kokular içinde samanların üzerinde teşhir edildi. İki gün sonra Alemdar'ı seven adamlar tarafından samanlıktan alındı ve Yedikule'de bir hendeğe gömüldü. Yirmi yıl sonra başına mezar taşı dikildi. Yangından geride kalan sadrazamlık mührü, bir cuma namazı çıkışında Padişah II. Mahmud'a verildi.
Bugün, Ayasofya Müzesi-Babıâli arasında bulunan semt Alemdar olarak bilinir. Oradaki Zeynep Sultan Camisinin avlusunda ise Osmanlı Sadrazamı Alemdar Mustafa Paşa'nın (1750-1808) mezarı bulunur.
Böyledir bizim İstanbul'umuz. Her adın, her mahallenin, her sokağın ve her eserin bir yaşanmışlığı vardır. Bu yazıyı okuyan sevgili İstanbullular sanırım bundan sonra Alemdar semtinden geçerken Babıâli'de cephanelikte, dünyalar güzeli baş kadınıyla beraber yanıp giden Alemdar Paşa'yı anımsayacaklardır.