KADIKÖY'E VEDA



Şimdi, Kadıköy sahilinden Moda'ya doğru çıkanlar tam köşede dev gibi bir yapının tamamlanmak üzere olduğunu görecekler. Bu yapı, Kadıköy'ün ikinci beş yıldızlı oteli "Corner"dır. Otel yükseldikçe Kadıköy ve Moda'nın nostaljik yapısının da nasıl bozulduğunu görüyoruz. Zaten, sözde kanalizasyon atıklarını arındırarak denize ulaştırmak için yapılan kollektör Moda'nın leş gibi kokmasını sağlamış ve Moda kıyılarını oturulamaz duruma getirmişti. Bir de dev gibi ve sanki arkada kalan binaların önünde duvar gibi uzanan bu yapı Moda'yı tamamen oturulamaz duruma getirmiştir. Bildimiz kadarıyla Moda kıyılarının imar izninde ancak dört veya beş kata izin verilmektedir. Ancak, bu otel onbeş ya da yirmi kata kadar ulaşacak gibi gözükmektedir. Bu da bundan sonra yapılacak yapılara emsal oluşturacak ve depremin göbeğinde oturan Modalılar bundan böyle gökdelenlerde oturacaklardır. Biz çevre dostları ve tabi ki doğma büyüme Kadıköylüler ise düşlerimizdeki o güzelim Kadıköy'ü de, Moda'yı da boşuna arayacağız.
Oysa Kadıköy ne kadar güzeldi. İnanın bizim güzelleştirme diye yaptığımız hiçbir şey çevreyi güzelleştirmiyor. Bugün Beşiktaş İskelesi olarak kullanılan, fakat geçmişimizde yalnız Karaköy'e vapurların kalktığı iskelenin inişe göre sağ tarafı yeşil alandı. Bu yeşil alanın bir bölümünde ise çocuk parkı vardı. O günlerin Türkiye'sinin ve belediyelerinin mütevazı bütçeleri doğrultusunda yapılmış hoş bir çocuk parkı. İki üç tane salıncak, bir kaydırak ve bir iki değişik çocuk oyuncağı. Zaten o zamanın çocukları da büyükleri de daha fazla hayaller peşinde değildi. Ülkenin bütçesi de belliydi, babalarımızın bütçesi de... Büyük çoğunluk sefertasları ile işlerine öğle yemeği götürüyordu. İşyerlerinin büyük kısmı bugünkü gibi yemek servisleri yapmıyordu. Daha doğrusu yapamıyorlardı.
Kadıköy hızla değişiyor. Bakınız, bugün konservatuar ve Haldun Taner Tiyatrosu olarak kullanılan "mor" bina bir zamanlar meyve ve sebzelerin dağıtımının yapıldığı hâl binasıydı. Bu bina daha sonra Kadıköy itfaiyesi tarfından kullanılmaya başlandı. Şimdi bu binanın hemen önünde modern iskele binasını görüyorsunuz. Oysa, Kadıköy çocuk parkının olduğu yıllarda ve bugün Beşiktaş'a vapurların kalktığı tarihi iskeleden yalnız Karaköy'e vapurlar kalkarken, konservatuarın önündeki bu modern iskele binasının yerinde denize doğru uzanan ahşaptan yapılmış bir iskele vardı. Şiddetli her lodosta bu iskele dağılır ve tabi ki vapurlar da yanaşamazdı. Ama, en güzeli bugün sahilleri kapatan çay bahçeleri yoktu, böylece sahiller herkesindi.
Bugün Beşiktaş İskelesi olan tarihi iskelenin hemen önünden tramvaylar yolcu taşıma telaşındaydılar. Bir zaman sonra bu güzelim tramvaylar kaldırıldı ve yerine otobüsler kondu. Bir araç ile yolcusu arasında duygusal bağ olur mu? "Hayır" diyorsanız, siz tramvayların trafikten kaldırılış öyküsünü bilmiyorsunuz demektir. Çünkü, o tramvaylar seferden kaldırılırken bir çok İstanbullu'nun ağladığına çok kişi tanık olmuştur. Tramvaylar çiçeklerle uğurlanmıştı. Bugün bile hâlâ o tramvayların sevgi dolu anıları dilden dile dolaşır durur. İstanbul'un ama özellikle Kadıköy'ün unutulmaz bu tramvayları yeniden sefere kondu. Kadıköy-Moda ring seferleri sembolik olarak yapılıyor. Ama, tramvay o eski tramvay değil. Bu tramvay, tramvaydan çok traktöre benziyor.
Bir de bugünün Beşiktaş İskelesi ile Karaköy-Eminönü iskelesi olarak kullanılan iki bina arasında kalan sahilde vinçler vardı. Bu vinçler deniz yolu ile gelen kömürleri sahile ya da kamyonlara indiriyordu. Sahilin diğer kısımlarında ise sandalla balık satan balıkçıları görüyorduk.
Kadıköy'ün geçmişini bilmeyenler bugün kadıköy sahilinde dev gibi bir balonu görür de şaşırır. Bu balonu işleten turizm firması balona binenleri 200 metre yukarıya çıkartıp manzara izlettiriyor. Oysa, balonun bulunduğu zemin bugün torunlara karışmış nice sevgiliye evliliğin ilk "evet"ini dedirten binaydı. Kadıköy, nikâh dairesi buradaydı. O güzelim bina yıkılacağına bir başka amaçla kullanılabilirdi. Ama, yıkıldı ve yerine çay bahçeleri yapıldı ve sonra da balon konduruldu.
Peki, ya siz Kadıköy-Haydarpaşa arasında çalışan sandalcıları anımsar mısınız?
Evet, Kadıköy'den Haydarpaşa'ya, ya da Haydarpaşa'dan Kadıköy'e çalışan sandalcılar vardı. Bilmem kaç kuruşa yolcu taşırlardı. Sandala bindiğinizde sandalın kıyıda durması için bir sırıkla tuttuğu sahildeki taşı iterek bırakan sandalcı daha sonra küreklere asılırdı. Küreklerin her suya dalışı ve çıkışı sanki bir şarkı gibiydi.
Kadıköy'ün herşeyi bozuldu. Elbette bu bozulmadan plajlar da kısmetine düşen paylarını aldı. Yakın zamana kadar Moda'da ahşap bir plaj vardı.
Kadıköy'ün plajları çoktu. Ancak, Gümüşhane'den gelip İstanbul'a belediye başkanı olan Bedrettin Dalan "iyi iş" yaptığını sanarak ne varsa yıktırmaya başladı. Çünkü, üyesi olduğu partinin zenginlik olarak gördüğü tek şey maddi varlıklardı. Yani arabalar, evler, yollar, uçaklar varsa zenginsiniz demekti. Bedrettin Dalan'ın da üyesi olduğu parti başkanı "Ben zenginleri severim" demişti. Çünkü, o Kuran'da yazılı bir ayete kafasını takmıştı. O ayette "Allah dilediğine verir" diyordu. Ama, Allah'ın dilediğine ne verdiği yazılmıyordu. Bu nedenle de zengin olan görgüsüz ve kültürsüz insanlar, kendilerini Allah'ın verdiği kullardan görmeye başladı. Oysa, Allah bilim, ahlâk, dürüstlük de verirdi istediğine. Bu, o ayette hiç okunmadı. Nitekim, Gümüşhane'den çıkıp İstanbul'a belediye başkanı olan Bedrettin Dalan da otomobillere daha fazla yol açmak için bütün dozerlere emir verdi: "Yıkın!". İşte bu emirden sonra Haliç kıyılarında bulunan, Fener, Balat, Ayvansaray gibi tarihi mekanlarda birçok kültür yapıları yerle bir oldu. Tarihi doku katledildi.
Kadıköy'de ise Bağdat Caddesi, sahil yolu yapılma emri verildi. Bu emirle birlikte Kadıköy bütün plajlarına veda etti.
Bugün bilmeyenler olabilir. Oysa, Haydarpaşa'dan trene bindiğinizde Söğütlüçeşme, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy'ü geçtikten sonra Suadiye istasyonuna gelirsiniz. Bu istasyondan başlayarak, Kartal'a kadar her istasyon bir plaja açılırdı. Bugün kullanılan sahil yolu yapılana kadar bu plajlar halka açıktı. Ama, bu yol yapıldıktan sonra birden bire sahiller "denize girilemez alan" ilan edildi. Oysa, Suadiye, İdealtepe, Süreyya Paşa, Kartal Halk plajına kadar bütün plajlar yol bitimine kadar denize girilen alanlardı. Sonunda bütün Kadıköy sahili taşıt trafiğine açıldı ve Kadıköylüler denize girecek bir tek kıyı bulamadı.
Evet, şimdi Kadıköy-Moda sahilinde dev gibi bir otel binası yükseliyor. Anlaşılan o ki bu otellerin devamı olacaktır. Bütün Moda sahilinin çok yakında yıkılıp yerine beş yıldızlı oteller yapılmasının yolu açılmıştır.
Yalnız, Moda'da sahilde bir büst vardır. Bu büst Haldun Taner'e aittir. Haldun Taner yüzünü karaya doğru çevirmiş gelip geçene bakar durur. Ya da olacak biteceklere bakıyordur. Belki de yeni bir öykü yazacaktır Kadıköy'e dair. Ama, zenginliği yalnız maddi zenginlik olarak gören ve bir türlü İstanbullu olmayan il ve ilçe belediye başkanları sayesinde Haldun Taner büstü de kaldırılacaktır. Çünkü, bu "alemde" kültürel zenginliğin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

TÜRK FİLİMLERİNDE İSTANBUL


Ne güzel sinemalarımız vardı anımsar mısınız? Şimdiki gibi "cep sinemaları" değil. Geniş salonlarda izlenen, ayrı bir havası, kokusu, ortamı olan, localı locasız sinema salonları. Üç gong sesiyle izleyicileri çağıran salonlar. Birinci gong salona girin, ikinci gong koltuklarınıza oturun, üçüncü gong sessiz olun. Ve perde açılır. İlk görüntüler beyaz perdeye düşerdi.


Önce "Pek yakında" yani yakında sinemaya gelecek filim tanıtılırdı. Ardından "Gelecek program" yani izleyeceğiniz filim sinemadan gidince yerine gelecek olan filim. Bazı filimler çok tutulduğundan üst üste birkaç "zafer haftası" oynatılırdı. Ve sonra "esas film". Işıklar iyice söner, salonda bir öksürük dalgası dolaşır, son bir kıpırdamalar görülür ve herkes hayal dünyasına dalar giderdi.


Kimler yoktu ki hayal dünyasında. Türkân Şoraylar, Fatma Girikler, Filiz Akınlar, Adile Naşitler, Selda Alkorlar, Çolpan İlhanlar, Feri Canseller, Sevda Ferdalar, Zeynep Aksular, Arzu Okaylar, Muhterem Nurlar, Belgin Doruklar; Ekrem Boralar, Ayhan Işıklar, Eşref Kolçaklar, Murat Soydanlar, Efgan Efekanlar, Cüneyt Arkınlar, İzzet Günaylar, Tarık Akanlar, Yılmaz Güneyler, Süleyman Turanlar, Nubar Terziyanlar, Kadir İnanırlar, Kartal Tipetler, Ediz Hunlar...


1950'li, 60'lı, 70'li yıllarda çekilen duygu dolu, insanlık dolu sıcacık filmler.


Genellikle "aşk" konusu işlenirdi. Yoksul kız zengin erkek, ya da zengin kız yoksul erkek ve bu ilişkiye karşı çıkan ama sonunda yumuşayan ve seyirciden alkış alan Hulusi Kentmen gibi bir baba. Gariban baba rolünü de hep Münir Özkul oynardı. Zamanın en büyük komiği ise Öztürk Serengil ve Feridun Karakaya idi.


Yalnız, 70'li yılların ortasında Yılmaz Güney çıkmış ve "Baba", "Umut", "Arkadaş", "Sürü" gibi filmler çekmiş ve bir anda sinema dünyası karışmıştı. Çünkü artık toplumsal içerikli mesajlar verilmeye başlanmıştı. Başlanmıştı da sinemanın da tadı kaçmıştı. Aileler sinemalardan koptu, salonlar "militanlara" kaldı. Hattâ Yılmaz Güney filmi oynatan sinemalara bombalar konmaya başlandı.


Biz bu toplumsal içerikli sinemamızı şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü o başka bir yazı konusudur ve söylenecek çok şey vardır.


Diğer filmler genellikle iç mekanlarda çekilirdi. Çünkü öylesi daha kolaydı. Ama dış mekanlarda çekilen filmler şimdi birer gizli belgesel durumundadır.


Ben, uzun zamandır bazı televizyonlarda gösterilen siyah-beyaz ya da tam renkli filmleri DVD'ye kayıt ediyorum. Özellikle dış mekanlarda çekilmiş filmler çok keyif verici oluyor. Kamera o eski İstanbul'un sokaklarında, caddelerinde dolaşırken insan çok değişik ayrıntılara takılıyor ve o günler hakkında bilgi ediniyor. Örneğin İstanbul'da ahşabın kullanım alanları. Ahşap evlerin mimari güzellikleri hemen dikkatimizi çekiyor. Sonra bir bakıyorsunuz bahçe duvarı da ahşapla kapanmış. Bir tavuk fırlayıveriyor sokağa, kamera onu da almış. Ayı oynatan bir çingene girmiş görüntüye. Sokaklara henüz asfalt girmemiş. Çocuklar saklambaç, çelik çomak, kovalamaca oynuyor, girmişler görüntüye, ayrımında değiller gizli oyuncu olduklarından. Ahşap evlerin pencerelerine makaralı çamaşır asma ipleri yapılmış, yaşlı bir kadın çamaşır asıyor. Bir bakıyorsunuz omuzunda askısıyla yoğurtçu geçiyor. Bir köşede çocuklara macun veriyor macuncu. Sonra erkek ve kadın giyim kuşamları gizlice o günün modasını yansıtıyor.


Ya yollar? Bir bakıyorsunuz İstanbul yolları bomboş. Sokağa çıkma yasağında falan değil, normal günde çekilmiş ama ne olacak İstanbul'un nüfusu bir avuç insan. Yollarda araç yok. Bir iki tane Skoda otobüs, tramvay ya da troleybüs geçiyor. Görüntüye giren tek heybetli bina İstanbul Hilton oteli. Çekilecekse film de orada çekilecek. Var mı başka seçeneği?


Bir bakıyorsunuz görüntüye eski model bir dolmuş giriyor. 1956 ya da 1957 Chevrolet ya da Dodge... Zamanının en lüks araçları. Konya Ovası gibi, geniş, rahat Amerikan arabaları.


Üsküdar taraflarında çekilmiş bir film. Karşısı neresi? Bomboş, ağaçlıklı, inin-cinin top oynadığı, kuşun uçmadığı kervanın geçmediği yer de neresi yahu? Neresi olacak; Dolmabahçe sırtlarından başlayın, Yıldız Yokuşu, Beşiktaş, Ortaköy Sırtları, Levent yani Boğaz'ın karşı kıyıları işte. İnsanın inanası gelmiyor, her yer boş.


Türk filmlerini o muhteşem sinema salonlarında izlemek büyük bir zevkti. O zevkten mahrum kaldık. Bunun nedeni yalnız televizyon değildi. Aradan çok uzun yıllar geçti, o filmlerde oynayan bir çok sanatçıyı da, onları izleyen bir çok izleyici de yitirdik. Onlar şimdi TV ekranlarında "nostalji" olan güzel İstanbul'un güzel insanlarıydı. Çünkü o zaman İstanbul da güzeldi.


O filmler bazı TV kanallarında gösteriliyor. Şimdi, bir kent tarihini inceler gözle bu filmleri izleyin. Göreceksiniz İstanbul'u daha da çok seveceksiniz.


Tabi İstanbullu olduğunuza inanıyorsanız...


(Not: Türk Dil Kurumu ve Derneği, artık iki sessiz harfin yan yana gelmesini uygun bulmuyor. Bu nedenle tren-tiren; spor-sipor olarak yazılmalı diyor. Böylece "film" "flim" "filim" gibi değişik yazılan sözcüğü ben de "filim" olarak yazdım.)

İSTANBUL'U KORUMAK


Dünyadan haberi olan herkesin düşünde İstanbul vardır. Batılılar İstanbul'u her zaman "oryantalist", yani "şarklı", yani "doğulu" bulmuşlardır. İstanbul konusunda ne zaman bir yazı çıksa, fotoğraf olarak doğulu yani arap tipinde insan manzaraları fotoğraf olarak kullanılmıştır. İstanbul'u gelip görmeyen yazar-çizer takımı, eski İstanbul gravürlerinden canlandırmaktadırlar kentimizi. Diğer kaynakları ise yüzyıllar öncesinde İstanbul'a gelip gezen ve seyahat anılarını yazan gezginlerin kitaplarıdır.

Günümüzde İstanbul dendiğinde nüfusu on iki milyonu aşan ve birçok devletten çok yüzölçümüne sahip bir kent aklımıza gelmektedir. Oysa, İstanbul'un "Suriçi" bölgesi dediğimiz gerçekten, eski Roma ve Doğu Roma (Bizans) surlarının içinde kalan yerleşim yerleri gerçek İstanbul'dur. Biz buraya "Tarihi İstanbul" diyoruz.

Günümüze kadar yapılan arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre, İstanbul'un Avrupa ve Asya topraklarındaki ilk yerleşimler İÖ III. binyılın sonu II. binyılın başlarıdır. Bu tarihi daha öncelere çekenler de vardır. Örneğin Kadıköy'ün, Fikirtepe semti ve Avrupa yakasında Yarımburgaz semtinde eski yerleşim izlerine rastlamıştır.

Herşeyi ile efsaneler kenti olan İstanbul'un kuruluş efsaneleri de çoktur. Ama, en bilineni Delphoi kâhininin kehanetiyle kurulmuş olanıdır. Bu efsaneye göre, Yunan kökenli halklar yeni bir yurt edinmek için yola çıkarlar. Başlarında Byzas adlı bir kişi vardır. Çok sonraları bu Byzas adından Bizans İmparatorluğu adı türetilecek ve tarihte hiç bir zaman kendilerine Bizans demeyen Doğu Roma İmparatorluğuna XıX.yy tarihçileri Bizans İmparatorluğu diyecektir.

O zamanlar adet olduğu üzere, yapılacak işler tapınak kâhinlerine sorulmaktaydı. Byzas ve himayesindeki halk da Delphoi tapınağının kâhinine "Nerede yurt edinelim" diye dormuşlar. Kâhin "Yurt ararken, karşınıza körler yurdu çıkacak onların karşısını siz yurt edinin" demiş. Yola çıkan halk aylar süren aramadan sonra, bugün Sarayburnu dediğimiz yere gelmişler. Buranın olağanüstü doğa güzelliği, su yoluna yakın olması ve doğal korunaklı olması onları büyülemiş. Fakat, dikkatlerini bir başka şey çekmiş. Karşı kıyıda bir başka halkın yurdu var. Bir kar kıyıya bakmışlar, bir kendilerinin bulunduğu yere. "Burayı görmeyip karşıyı yurt edinenler mutlaka kâhinin dediği körlerdir" demişler ve körler yurdunun karşısını yurt edinmişler.

Yüzyıllar sonra aynı toprakları Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu başkent olarak kullanmışlardır.

Dünyanın hiç bir toprağında böylesine önemli kara parçası yoktur. Bu önem, dünya tarihini değiştiren üç büyük uygarlığın bu toprakları başkent seçmesinden kaynaklanmaktadır.

Fakat, ne yazık ki bugün İstanbul'un Suriçi bölgesinde bu üç uygarlığa ait çok az iz vardır. Roma döneminden kalma bir kaç metre sur duvarı ve Valens su kemeri bu döneme ait örnektir. Bizans dönemine ait bazı kilise, sarnıç, anıt taş olmasına karşın, günümüzde mozaikleri sergilenen ve bunlardan dolayı muhteşem olduğu anlaşılan Bizans'ın Eski Saray'ından hiç bir iz yoktur. 1204 ilâ 1266 yılları arasında IV. Haçlı Seferi'nde Lâtinler tarafından işfal edilen kent yağmalanmıştır. Binalar tahrip edilmiş, altın ve bronz gibi madenlerden yapılan heykeller ise eritilip başka alanlarda kullanılmıştır. 1266'dan sonra yeniden Bizans'ın eline geçen kent, bir daha eski mükemmelliğine kavuşamamıştır. 1453 yılında ise Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmiştir. Sultan II. Mehmet, İstanbul'u aldıktan sonra birçok yapıya dokunmamıştır. Kiliselerden önemli olanlar onartılmış ve camiye çevrilmiştir. Bu çevirme sırasında fresk ve mozaik gibi bezeme unsurlarına zarar verilmemesi için üzerleri örtülmüştür. Çok sonraki tarihlerde ise üzerleri sıvanmıştır.

İstanbul kenti o kadar önemlidir ki, Roma İmparatorluğu zamanında İstanbul'un bütün yolları Roma'ya çıkmaktadır. Bütün yerleşim merkezlerinin uzaklığı, İstanbul sıfır alınarak ölçülmüştür. Bu nedenle de bu üç uygarlığın bütün önemli yapıları İstanbul'da yapılmıştır. İstanbul kenti bugün bütün dünya insanlarının araştırma merkeziyse, bunun nedeni İstanbul'un bu üç uygarlığın merkezi olmasıdır. Çünkü bu topraklarda araştırılması gereken çok önemli kaynaklar vardır.

Bugün İstanbul'a Boğaziçi'nden baktığınızda dev gibi gökdelenlerin yükseldiğini görmekteyiz. Bunlarla savaşmak, Donkişot'un yeldeğirmenleriyle savaşmasına benzer: Boşunadır! Çünkü, İstanbul gibi bir kentin gelişen mimariden nasibini almaması olası değildir. Ancak, kurulduğu günden bu yana İstanbul denediğinde akla gelen yer tarihi yarımada dediğimiz Sarayburnu'nu da içine alan Suriçi bölgesidir. Bunun dışında kalan yerlerin imara açılması elbette kaçınılmazdır. Bir tek yasak vardır, o da Suriçi bölgesi ve özellikle Sarayburnu, Cankurtaran, Kumkapı, Haliç'in bütün kıyıları ve Sultanahmet'tir. Buralara imar izni asla verilemez.

Bunu söylememin nedeni Sultanahmet cıvarına beş yıldızlı bir otele izin verilmeye çalışılmasıdır. Umarım bu söylenti yalandır. Ancak, Sultanahmet gibi tarihi bir dokunun içinden tramvay denen ulaşım aracının geçirilmesi, başka yer yokmuş gibi tarihi yarımadanın altından marmaray tünelinin kazılması endişelerimi arttırmaktadır. Çünkü, yapılanlar, yapanların İstanbul'u hiç tanımadığını ortaya koymaktadır. Marmaray projesi nedeniyle yapılan kazılarda ortaya çıkan bir çok arkeolojik buluntu ne yazık ki örtbas edilmektedir. Yapımcı Japon firmasının ise nelere el koyabileceğini düşünmek istemiyorum. Umarım, yakın bir gelecekte Japon'yada açılacak bir sergide "İstanbul Marmaray kazıları sırasında ortaya çıkarılan buluntular" bölümü açılmaz.

Yüzyıllardır herkesin gözdesi olmuş İstanbul kenti ve özellikle Suriçi bölgesi, son yıllarda harap olmuştur. Üsküdar ve Kadıköy meydanlarına bir bakın. Şantiye gibi. Bittiğinden bundan da beter olacak. Aynı durum Sarayburnu için de geçerlidir. Topkapı Saray'ın o alçakgönüllü görünümünün eteklerinde harıl harıl kazı yapılmaktadır. İhale canavarları ve onun komisyoncu yerli ortakları ve projeye imza atan yüzdelikciler ne yazık ki İstanbul kentini yok etmektedirler.

Yüzyıllardır İstanbul dendiğinde akla gelen Suriçi bölgesini mutlaka korumalıyız. Çünkü, dünyada İstanbul gibi tarihe sahip başka kent yok. Tarihi açıdan yok, sanat tarihi açısından yok, coğrafi konumu bakımından yok.

AYASOFYA'NIN MİNARELERİ



İstanbul'un orta yerinde olağanüstü güzellikte bir yapı durur. Yalnız Ortadoks dünyasının kutsal yeri olarak değil, sanat tarihindeki yeri nedeniyle de, bu yapı bütün dünyaca tanınmaktadır.
Şimdi Gülhaneden yukarıya çıkarken ya da Çemberlitaş'tan aşağıya inerken karşınıza çıkan bu yapı belki de dikkatinizi çekmeyecektir. Çünkü, sağlı sollu bir çok binanın gölgesinde kalmış bu yapı gözden kaçabilir. Hattâ bu yazıyı okuyup, Ayasofya'yı bilenler bu yapının tarafımca çok fazla abartılarak yazıldığını düşünebilirler. Pekiyi, bu yapının ilk binasının 4. yy'da I. Konstantinos tarafından yapıldığını söylesem şaşırmaz mısınız? Yani günümüzden 17 yy önce. Yani 1700 yıl önce. Ancak, bu yapıdan günümüze her hangi kalıntı -şimdilik- bulunamamıştır. Bu ilk yapı bir iç ayaklanma sırasında yakılmıştır. Çünkü bu yapının sözetiğimiz ilk durumu bazilika planlı ve fakat çatı kısmı ahşaptı.
İkinci yapı II. Theodosius tarafından yaptırılmıştır. 415 yılında da dini hizmete açılmıştır. Ancak bu yapı da 532 yılındaki Nika ayaklanmasında yakılmıştır. Fakat, burada sanat tarihi ve mimarlık tarihi açısından şanslı olduğumuz bir nokta vardır: O da 1936 yılında yapılan kazılar sırasında bu yapıya ait kalıntıların bulunmasıdır.
Günümüze kadar gelen yapı 6.yy'a aittir. İmparator Iustinianus tarafından yaptırılmıştır. Günümüzden tam 1400 yıl önce. Sultan II. Mehmet'in, "Fatih" olmasına yaklaşık 900 yıl vardır. Ve dünyada daha keşfedilmemiş kıtalar vardır. Amerika kıtasının keşfine bile daha 900 yıl vardır. Ama, bugünkü İstanbul'un topraklarında dev gibi bir yapı yükselmiştir. Düşünebiliyor musunuz; etrafta hiç bir büyük yapının olmadığı meydanda 55 metre yüksekliğinde ve 30-31 metre çapında kubbesi olan dev gibi bir yapı durmaktadır. İnsanların nasıl büyülendiğini, şaşırdığını ve dininden, imparatorluğundan nasıl gurur duyduğunu düşünebiliyor musunuz?
İşte, Ayasofya gibi yapıları değerlendirirken yapıldığı zamanın koşullarını dikkate almamız gerekmektedir.
Ayasofya bugüne gelene kadar 916 yıl kilise, 481 yıl cami, 1935 yılından sonra da müze olarak kullanılmıştır. Ancak, IV. Haçlı Seferi (1204-1261) sırasında Lâtin işgaline uğrayan Bizans İmparatorluğu topraklarında bulunan Ayasofya çok büyük zarar görmüş, harap olmuştur. 1453 yılında Osmanlı'nın eline geçmesiyle Ayasofya bakıma alınmış ve daha sonraki yıllarda Mimar Sinan'ın payandalarıyla bugüne kadar ayakta kalması sağlanmıştır.
Ayasofya, bazilika planlı kilise olduğundan elbette minaresi olmayacaktır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u aldıktan sonra yapıyı camiyi çevirmiştir. Doğu cephesindeki minareler 15. yy'da, batıdakiler ise 16. yy'da yapıya eklenmiştir. Fakat bu minarelerin en büyük özelliği dört tane olmasına karşın hepsinin şeklinin, boyutlarının ve hattâ renklerinin bile ayrı olmasıdır. Pekiyi, 15.yy ve 16.yy Osmanlı mimarisinin en parlak dönemi olduğu halde bu dört minare neden tıpkı yaptırılmadı?
Sanat Tarihi yorumlara açıktır. Bu nedenle "bence" diye bu farklılıkların nedenleri şöyledir: Bir kere Osmanlı cami yapımı belli kurallara göre yapılması zorunludur. Örneğin her önüne gelen kişi yaptırdığı camiye birden fazla minare ekletemezdi. Bu hak yalnızca sultanlara ve ailelerine verilmişti. Eğer bir Osmanlı camisinde birden çok minare gördüyseniz bilin ki o sultan ve ailesi tarafından yaptırılmıştır. Bu tür camilere "Selâtin camileri" denir ki, "selatin" , "sultan"ın çoğuludur. Ayasofya bir müslüman tarafından yaptırılmamıştır o halde tek minare konamazdı. Konsa bile böylesine anıtsal bir yapının bir kişiye aitmiş gibi tek minareli olması sakıncalıdır. Çünkü, bu padişahlığa saygısızlık olurdu. Bu sefer birden çok minare yapılsa sultan yapısı sanılacak, bu da olmaz. Çünkü bu yapı korunması amacıyla camiye dönüştürülmüştür ama yine de bir Hıristiyanlık yapısıdır. Hiçbir padişah "Bunu ben yaptım" diyebilecek cesarete sahip değildir. Onların niyeti Ayasofya'yı geçecek yapılar yapmaktır. Ayasofya hiç kimseye mâl edilmeyecektir. Fakat, Osmanlı halkı bu yapının cami olduğunu anlayabilmesi için minare eklenmek zorundaydı. Minareler birbirlerinin aynısı yapılsa bu halkı yanıltabilir ve Ayasofya'nın bir sultan ya da sultan ailesine ait olduğu sanılacaktı. Çünkü, o zaman yapılar böyle belirleniyordu. Bunu önlemek için her minare ayrı ayrı yapıldı. Osmanlı halkı bu yapıya baktıklarında tek bir kişiye ait olmadığını ve devşirme bir yapı olduğunu hemen anlıyordu.
Diğer bir değerlendirmem ise, yapıya eklenen minarelerin özellikle estetikten yoksun yapıldığıdır. Bunun nedeni kıskançlıktır. Böylesine güzel ve böylesine büyük bir kubbeli yapıya imza atamamış Osmanlı mimarlarının kıskançlığıdır. Amaç, Ayasofya'yı estetikten, simetriden, uyumdan yoksun bırakmaktır.
Bir başka değerlendirmem ise, minare mimarisinin ne kadar zor olduğunu bilen usta mimarlar, çıraklarına Ayasofya minarelerininde deneme yaptırtmışlardır. Bu bir sınav niteliğinde olduğundan her mimar öğrenci kendi hünerini göstermeye çalışmış ve dört başka minare ortaya çıkmıştır.
Sanat Tarihi'nin gizemli yollarında gezinmeye devam edeceğiz.