YİTİRİLEN İSTANBUL



Bugün, özellikle 1950'li yıllardan sonra büyük göçleri kabul etmiş olan İstanbul kenti, geçmişte ve hattâ yakın tarihlere kadar kendi başına bir kültür, sanat, yaşam tarzıyla dünya kentlerine örnek bir ekoldü.
Ancak, çok partili siyasi yaşama geçtiğimizde her şeyin "hürriyet" sayıldığı bir kargaşayı da gündelik yaşantımıza sokmaya başlamıştık.
Çok partili yaşantımızın siyasal boyutlarını siyaset tarihçilerine bırakır ve biz bir sanat tarihçi olarak, siyasetteki bu değişimin İstanbul yaşamına etkilerini incelersek, karşımıza üzüntü verici bir çok gelişme çıkar.
Önce nüfus patlaması dikkati çekmektedir. Örneğin; 1927'de 691 000 olan insan sayısı, 1945 yılına kadar ancak 844 000'e kadar yükselmiştir. 1950 yılında 1 010 000' e çıkan insan sayısı bir daha asla düşmemiştir ve giderek hızlı oranlarda artmıştır. 1955'te 1 215 000 kişiyizdir artık. 1960 yılında ise 1 460 000... 1975'de 2 260 000; 1990'da 7 309 190 ve bugün yaklaşık 15 000 000!
Çok partili siyasal yaşantımız göreceli bir özgürlüğü getirdiği görülür. Tek partinin disiplinli yaşam tarzından sıkılmış ve özellikle yeni bir dünya savaşının sıcak çatışmasına girmemiş olsak bile, sıkıntılarını ve yokluklarını yaşamış ülke insanları olarak siyasi değişim kaçınılmaz olmuştur. Büyük bir olasılıkla o koşullarda Demokrat Parti değil, komünist parti bile olsa Cumhuriyet Halk Partisi'nin yerine halk oyu ile yönetime geçerdi. Çünkü, halk sıkılmış, bunalmış, yokluk, yoksulluk görmüştür.
Yeni partiyle birlikte yeni ekonomik sözlerde dolaşmaya başlamıştır. Ama, hep ekonomik sözler... Örneğin; liberalizm, serbest ekonomi, her mahallede bir zengin yaratma coşkusu... Bunların ardından gelen yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, torpil kavramları.
Tek partili yaşantımızdan sonra, çok partili yaşantımızda bir daha yaşantımızdan hiç çıkmayacak kavramlar.Sonra İstanbul'a gözünü diken yönetim. Tek bir emir vardır: "Asfalt yol yapın, varolanları genişletin bu uğurda önünüze ne çıkarsa yıkın!". Çünkü, Amerika araba üretmektedir ve pazar aramaktadır. Bu pazarlardan biri de Türkiye topraklarıdır. Türkiye insanı zenginleşmelidir ki Amerikan arabaları alsın, yollar yapılsın ki arabalara yer açılsın.
Şu zamanda bu yazdıklarım belki çok anlamsız gelebilir, ama bir de 1950'li yılların koşullarında durumu değerlendirin. Dünya ekonomisinin neler üzerinde ayakta kaldığını bir gözden geçirin.
Tüm bunlar yaşanırken İstanbul kenti şantiyeye dönüştürülmüştür. Eski binalar hiçbir kaygı duyulmadan yıkılmıştır. Bir çok tarihi eser niteliğindeki yapı yerlebir edilmiştir. Bir çok tarihi eserin şekli değiştirilmiş, yerleri kaydırılmış veya bakşa yere taşınmıştır. Bir çok yabancı kent planlamacı duruma müdahale etmek zorunda kalmış ve İstanbul'u bu yıkımlardan kurtarmak için öneriler sunmuşlardır. Fakat, bütün vurdumduymazlığın "hürriyet" sayıldığı yeni sistemde hiç kimsenin dediklerine kulak asılmamıştır.
Oysa, İstanbul kentinin bütün dünya kentlerinden çok büyük bir ayrıcalığı vardır. Bu kent, uğrunda çok kişinin savaştığı bir yerdir. Tarihte üç büyük uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Roma'nın, Bizans'ın ve Osmanlı'nın başkentidir. Bir kentin başkent olması demek yalnızca yönetim merkezi anlamında değildir. Başkent olmak o kentin sanat ve kültür anlamında da başkent olduğu anlamındadır. En önemli sanat eserleri buradadır. En büyük ibadethaneler yine buradadır. Başkentin kendine özgü yaşam tarzı buradadır.
Roma İmparatorluğu'ndan günümüze pek fazla yapıt kalmasa da, Bizans dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu'nun en önemli ve özgün yapıtları İstanbul'dadır. Aynı durum Osmanlı Devleti için de geçerlidir. Osmanlı'nın en önemli yapıları, türbeleri, hanları İstanbul'dadır.
Bugün bile Marmaray projesi nedeniyle başlatılan kazı çalışmaları bu projeyi durdurma noktasına gelmiştir. Çünkü, her kazma vuruşunda bir tarihe ulaşılmaktadır. Zamanımızda iletişim olanakları geliştiğinden ve olup bitenlerden bütün dünya insanlarının aynı anda haberleri olmasından, Marmaray kazı çalışmaları sürdürülememektedir. Çünkü, artık "önünüze ne çıkarsa yıkın!" diyen insanlara, tüm dünya kültür insanları "dur" diyor.
Ya 1950'li yıllarda yapılan kazılarda yitip giden yapıtlar ne oldu? 1980'li yıllarda Haliç'i temizlemek için yapılan kazılardaki tarihi binaları bir daha nasıl göreceğiz? Görmesek ne mi olacak? Ne olacak, İstanbul'un her yanı lahmacun, kebap kokacak, geğire geğire dolaşan göbekli ve gözlerinin altından sakalları çıkan erkekler; yüz kilo çeken, türbanlı, pardüsülü, terlikli kadınlar bu tarihi kenti bilmeden bu toprakları çiğneyecekler. Ve ne yazık ki, 21. yüzyıldan bakıldığında 6. yüzyıldan bile ne kadar geri kaldığımızın ayrımında olmadan sürdüreceğiz yaşantımızı.