
Olay no : 1 "Molla Kaabız'ın İnadı."
Devir, Kanuni Sultan Süleyman devridir. Yani, Osmanlı'nın en parlak günleridir. Kanuni deyince aklımıza iki ad daha gelir: Hürrem Sultan ve Veziriazam İbrahim Paşa gelir.
Oysa, aklımızın ucundan bile geçmeyen ilgi çekici olaylar bu devirde yaşanmış, ama kahramanları anılmadan çekip gitmişlerdir.
İşte yine bu yıllardayız. Yani on altıncı yüzyıl ve tarih 1527. Molla Kaabız denen bir kişi, İran'dan çıkmış gelmiş ve ilginç savlar ortaya atmıştır. Bu mollaya göre, Hz. İsa, Hz. Muhammed'den daha üstün bir peygambermiş. Hoppala! On altıncı yüzyılda ne işi var bu düşüncedeki bir mollanın? Elin ağzı o zamanlarda da torba değildi ki büzesin. Molla bu, konuştukca konuşmuş, konuştukca da çevresine yandaş bulmaya başlamış. Bizim Sünni ulemalar durur mu? Kimdir bu kâfir deyip, merakla ve hemen yakalatmışlar mollayı. "Söyle bakalım molla nedir senin derdin?" Molla Kur'an ayetlerinden örnekler vererek İsa'nın, Muhammed'den nasıl üstün olduğunu anlatmış durmuş. O anlatırken, Divan-ı Hümayun'un, Adalet Kasrı'ından ve tel örgüler ardından Kanuni de dinlermiş. Duruşma yapılıyor, adil olmalı. Sonra siz bakmayın, padişahlar meraklı insanlardır. Bu mollanın dediği ne derece doğrudur, merak etmiş olmalı Süleyman. İlk günün mahkeme üyeleri Fenarizade Muhyiddin Çelebi ve Kadri Çelebi'dir.
Molla, görüşlerini anlatır, anlatır, anlatır. Bizim kadılar savları çürütemezmiş. Ama buna karşın mollanın da kellesi gitmek zorunda. Nasıl bir kılıf uyduracaklar? Uydurdular bir kılıf ve mollayı idama mahkûm ettiler. İdam hükmü Makbul İbrahim Paşa'nın önüne gelince, çağırdı kadıları:
-Bre insafsızlar, bre vicdansızlar! mahkemenizi ben de izledim; mollanın hiçbir görüşünü çürütemediniz, bu mu adalet? Böyle idam olmaz, mollanın görüşlerini çürütmeden idam olmaz!
Bizim kadılar boyunları eğik, işittikleri azarın utancıyla çıktılar dışarıya. Ama bu sefer de Süleyman, mollanın bırakılmasından hoşlanmadı. "Peygamber efendimize huzurumuzda hakaret eden bu kişi nasıl olur da bırakılır!" diye bağırıyordu. Ertesi günü Şeyhülislâm Kemalpaşazade ile İstanbul Kadısı Sa'di Çelebi'den oluşan mahkemede mollanın görüşleri tek tek çürütüldü. Mahkeme sonunda da molla idama mahkûm edildi. Şimdi herkes adil yargılamadan dolayı mutluydu. Molla Kaabız inatçı adam. Bir tutturmuş "İsa büyüktür Muhammed'den" diyor, başka da birşey demiyor. Mahkeme kurulu Kaabız'a tekrar tekrar soruyor:
"Vazgeçecek misin bu batıl ve kâfir inancından, alacak mısın sözlerini geriye, bak kellen gidecek".
Kaabız, Nuh diyor peygamber demiyor. İnanmış adam ne yaparsınız? Sözünden dönmüyor. Ve kellesi kesilip atılıyor.
Olay no: 2 "Bir Fahişenin Başına Gelenler"
Yine Kanuni dönemindeyiz. Bu kez yıl 1541'dir. İstanbul'da bir kadının fuhuş yaptığı savunulmaktadır. Bu iş vezirazamın işi. Vezirazam da artık maktul olan İbrahim Paşa değil, ondan sonraki ikinci vezirazam Lütfi Paşa'dır. Koskoca Lütfi Paşa, koskoca Osmanlı Devleti'nin başkentinde buna izin verir mi?
"Yakalayın getirin şu fahişeyi" diye bir emir salmış ve emir o saat yerine getirilmiş. Tutmuş fahişe denilen kadıncağızı, vezirazamın karşısına dikmişler. Gencecik, güzeller güzeli bir kadın. Lütfi Paşa kadına bakar, kadın da Lütfi Paşa'ya. Biraz sonra bu güzellik karşısında kendini anca toparlayan Lütfi Paşa kadına demediğini komamış. Ve cellatlara emrini vermiş:
"-Bu kadının önce cinsel organını usturayla oyun, sonra da idam edin!"
Dedikleri hemen yapılmış. Yapılmış ama, olay Saray'da da çalkantı yaratmış. Lütfi Paşa'nın eşi de padişahın kızkardeşi Şah-ı Huban Sultan. İşte bu olayı duyan Huban Sultan, Lütfi Paşa'yı çok ayıplamış ve "Hangi vezir zamanında böyle bir olay olmuştur da senin zamanında olmaktadır!" demiş. Demiş ama Lütfi Paşa'dan da bir Osmanlı tokadı yemiş.Bunun üzerine cariyelerle haremağaları da Lütfi Paşa'yı bir güzel dövmüşler. Olayı öğrenen Kanuni Süleyman vezirazamını derhal görevinden almış ve sürgüne göndermiş. Şah-ı Huban da Lütfi Paşa'dan boşanmış.
Olay no: 3 "Süleyman Az Kaldı Boğuluyordu."
Şimdi anlatacağım olay İstanbul'un yüzlerce yıldır değişmeyen kaderini de gözlerimizn önüne sermektedir.
Tarih 20 Eylül 1563'dür. Padişahımız yine Kanuni'dir. İşte bu tarihte bir yağmur başlar, bir daha da durmak bilmez. Bir gün bir gece, göğün dibi delinmiş gibi hiç durmaz. Her tarafı su basar. Dereler taşar, köprüler çöker. Yağmur durmaz. Dualar da yarar getirmez. İstanbul sular altında kalır. Bu kadar yağmura, su baskınına karşın bir de yangın başlar mı? Al başına derdi.
İyi de bu kadar olay olurken padişah efendimiz sarayında yok, o nerede? O Yeşilköy dolaylarında avlanmaktadır. Ama birazdan kendisi de av olacaktır da haberi yoktur. Süleyman yağmuru görünce çevredeki İskender Çelebi Sarayı'na sığınır. Ama yağmur durmaz, sel suları bu sarayı da basar. Padişah boğuldu boğulacak! Yaşlılık günleri de, hareket olanakları kısıtlı. Allah'tan enderun ağaları padişahımızı sırtladıkları gibi boğulmaktan kurtarırlar da Osmanlı başsız kalmaz.
Bu olaydan sonra Mimar Sinan'a bol miktarda iş düşmüş, köprüler, su kemerleri, suyolları yapmasına olanak sağlanmıştır.
Olay no: 4 "Kimse Duymasın Süleyman Öldü."
Yıl 1566. Kanuni iyice yaşlanmış durumda. Otur oturduğun yerde değil mi? Hayır, o yine sefere çıkmaya hazırlanıyor. On bir yıldır sefere çıkmayan padişahın kanına Sokullu Mehmed Paşa giriyor ve onu kandırıyor. Adamcağızda zaten atalarından kalma gut hastalığı var.
İstanbul'dan çıkıldı yola. Sigetvar'a üç ay sonra gelindi. Padişah artık komada. Gitti gidecek. Dolaşamıyor, ayağa kalkamıyor, ama hastalığı askerden saklanıyor. Yoksa askerin moreli bozulacak ve geri dönülecek. Ve beklenen oldu. Muhteşem Süleyman 7 Eylül 1566'da öldü.
Sokullu ne yaptı pekiyi? Askerlere hiç birşey belli etmedi. Usulüne uygun, kimselere duyurulmadan yıkandı, namazı kılındı ve iç organları alınıp, hemen yatağının altındaki toprağa gömüldü. Bedeninin dış kısmı çeşitli maddelerle kaplandı, kokması önlendi, tabuta kondu. Ertesi günü Sigetvar kalesi alındı.
Kanuni'nin ölümü kırk sekiz gün saklandı. Sanki Kanuni yazıyormuş gibi Hatt-ı Hümayunlar bile yazdırıldı. Dönüş yolunda Hasan Ağa, Kanuni'ye benzediği için onun giysilerini giydi, orduyu selamladı ve saltanat arabasıyla dönüş yolculuğu başladı. Bu yolculukta hiç kimsenin bilmediği, duymadığı bir de ölü vardı ki, o da Kanuni Sultan Süleyman, Muhteşem Süleyman, Büyük Türk ünvanlı koca bir padişahtı.