AT MEYDANI'NDA OSMANLI'NIN UTANCI


1-İSLÂMİYET'İN İLK YILLARINDA RECM

Boşuna aramayın, Kuran-ı Kerim'de "recm" de yoktur dolayısıyla "recim" de yoktur. Bu iki sözcüğü peşpeşe yazmamın ve kutsal kitabımızda her iki sözcüğün de yer almamasını vurgulamamın elbette bir nedeni var.

"Recm" hepimizin çok iyi bildiği gibi "Taşa tutma, taşlama, birine atılan taş" anlamına gelmektedir.

"Recim" ise "Taşlanmış" anlamına gelmektedir.

O halde şimdi bu iki sözcüğü neden peşpeşe yazdığımın anlamına gelebiliriz. Kuran-ı Kerim'de bu iki sözcüğün geçmemesinin nedeni kutsal kitabın tamamlanana kadar böyle bir örneğin İslâm dünyasında olmadığını gösterir. Fakat, her hikmetse her zaman İslâm dinin en ileri din olduğunu savunan kesimlerce, Kuran-ı Kerim'de "recm" olduğu konusunda görüşler ortaya atılmaktadır. Oysa recm bütün zamanlarda insanlık dışı bir ceza uygulaması olarak görülmüştür. Eğer, recm Kuran-ı Kerim'de olsaydı, biz bugün bu kutsal kitabın "En ilerici, çağının ötesinde ve bütün zamanların kitabı" olarak gösteremezdik.

Recm, zinaya karışmış kişilerin taşlanarak öldürülmesi cezasıdır. Fakat, bu ceza genellikle kadınlara uygulanmaktadır. Erkeklere verilen ceza ise toplumun durumuna bağlı olarak ya hapis, ya kırbaç ya da kılıçla boyun vurma ile yerine getirilmektedir. Elbette zina cezasının uygulaması da İslâmiyetteki mezheplere göre değişmektedir. Bununla beraber, İslâm dininde recm olduğunu illâ savunan kişiler, bu savlarını Hz. Ömer'e kadar dayandırmaktadırlar ve şöyle demektedirler:

Sözde Kuran-ı Kerim'de bir zamanlar recm ile ilgili ayet varmış. Fakat, daha sonra bu ayet nesh edilmiş yani hükümsüz hâle getirilmiş. İşte bu ayetin varolduğunu savunan kişiler Hz. Ömer'e ait olduğunu ve bu konuşmayı minberde yaptığını iddia ettikleri şu konuşmayı günümüze kadar taşımışlardır. "Cenab-ı Allah, kitabı Muhammed'e indirmiştir. Recm ayeti de indirilen ayetlerden biridir. Biz bu ayeti okuduk, ezberledik ve öğrendik. Peygamber Muhammed recmi uyguladı. Ondan sonra biz de uyguladık. Fakat zaman geçince ve korkarım birileri çıkacak ve biz Kuran-ı Kerim'de recmi bulamıyoruz diyeceklerdir. Bu farz terk edilecektir ve sapıklıklar başlayacaktır. Şüphesiz recm Allah'ın kitabında evli olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak şartıyla zina eden kişi için haktır."

Yani, Kuran-ı Kerim'de recm bir zamanlar ayet olarak varmış da sonradan kaldırılmış. Üstelik recm Hz. Muhammed zamanında uygulanmış. Fakat, bugüne kadar gelen böyle bir belge yoktur. Vak'anüvis yazarlarından bugüne kadar böyle bir olay kaydedilmemiştir. Yine de Hz. Muhammed döneminde ve dolayısı ile İslâmiyetin ilk yıllarında var olduğu söylenen olay şöyle gelişmiştir: Bir işyerinde çalışan işçi, çalıştığı işyeri sahibin karısı ile ilişkiye girmiştir. Durum anlaşılınca işçinin babası Hz. Muhammed'e gitmiş ve "Kuran'a göre hüküm ver" diye yalvarmıştır. Bunun üzerine Hz. Muhammad de "Meraklanma kitaba göre hüküm vereceğim" demiştir. Hz. Muhammed, yanındaki yardımcılarına dönüp şöyle demiştir: "Gidin ve işyeri sahibinin karısı ile konuşun. Kabul ederse recm edin". Yardımcılar kadının zinayı kabul etmesi üzerine recm ettirdikleri söylenir. Erkeğe verilen ceza ise yüz değnek ve bir yıl sürgündür.

Yine bu dönemde yaşandığı söylenen bir başka recm cezası ise Mâiz bin Mâlik adlı bir kişinin üç kez Hz. Muhammed'e gelerek "Ben zinada bulundum beni temizle" demesinden kaynaklanmıştır. Fakat, üç seferinde de Hz. Muhammed adamı geri çevirmiştir. Dördüncü geldiğinde ve yine "Beni temizle ey Resulullah" dediğinde, Hz. Muhammed çevresinde bulunanlara "Bu adamın aklı başında mıdır? Ya da şarap mı içmiştir kontrol edin. Eğer aklı başında ve şarap içmemişse recm edin" dediği söylenmektedir.

Fakat, dediğim gibi bunlar tamamen anlatıla gelen olaylardır.

2- TÜRKLER, İSLÂMİYET VE KADININ YERİ


Türkler 9. yüzyıldan itibaren İslâmiyete girmeye başlamışlardır. Bu yüzyıla kadar yaygın olan Şaman dini başta olmak üzere çeşitli dinlere sahip Türk boyları gözükmüştür. Fakat, Türklerin bir özelliği genellikle tek tanrıya ve gök tanrıya tapmış olmalarıdır. Yine Türkler tarih sahnesinde var olduklarından beri belirli özelliklere sahip topluluklardır. Elbette bu özelliklerin en önemlisi ister çadırda, ister ovada, ister yaylada, ister sarayda nerede yaşarsa yaşasın belirli bir aile düzeni içinde yaşamalarıdır. Yani aileyi oluşturan kurallar Türklerin ilk yaşam alanlarında belirlenmiştir.

Bu kurallar içinde aileyi oluşturan bireyler anne-baba ve çocuklardır. Bundan sonraki yapıda ise aile büyükleri gelir. Yani atalar gelir. Türkler, bütün zamanları ve yaşam koşulları içinde kadına her zaman büyük değer vermişlerdir. Bunun nedeni, kadınları "yaratıcı" olarak görmeleridir. Soyun sürmesi için kadın büyük değer olarak görülmüştür. Elbette daha sonra atalara olan önce saygı sonra da sevgi gelir. Evin erkeği, evin geçimi sağlayacak önce avlanma daha sonra da ticaretini yapacak olan bireydir. Çocuk, Türk toplumlarında her zaman ileriyi şekillendirecek varlıktır. Bu nedenle de çocuğa iyi bir eğitim verilmesi günün koşullarına göre sağlanmıştır. Çocuk erkekse ata binmeyi, ok atmayı, av avlamayı öğrenmek zorundadır. Çocuk kız ise ev işlerini, yemek pişirmesini, anneliğe hazırlanmasını öğrenmek zorundadır.

Hep söylenegeldiği gibi Türkler "kazak erkek" rolünde değildir. Ancak, düşmanına karşı asla taviz vermez Türk topluluğunun erkekleri. Toprağına, namusuna göz dikmedikten sonra da Türkler gereksiz yere savaş etmezler.

Şimdi bu noktaya geldiğimizde 9. yüzyıldan itibaren dalga dalga İslâm dinine girmeye başlayan Türklerin, İslâmiyetten ne kazandıkları ve İslâmiyete ne kazandırdıkları düşünülmelidir.

Kuşkusuz, Türkler İslâm dinine geçerlerken bu dini kendilerine en yakın din olarak seçmişlerdir. Cahiliye döneminde kız çocukları Arap dünyasında diri diri toprağa gömülürken, Türklerde kız çocukları baştacı edilmektedir. İslâm dini de kız çocuklarının katline yasak getirmiştir. Her zaman temizliği ön planda tutan Türkler, yerleşim alanlarını su kenarlarında kurmuşlardır. Hiç bir Türk kavminin pislik içinde yaşadığını gösteren kanıt yoktur. İslâmiyet de Arap topluluklarına "Beş vakit temizliği" önermektedir. Suyla yıkanmayı önermektedir. Dişleri misvaklamayı önermektedir. Sonra, Türklerin kadınlara verdiği değer İslâm dininde de yerini bulmuştur. Siz, söylenenlere bakmayın. Aslında Kuran-ı Kerim kadın haklarını gününün koşullarında son derece radikal kararlarla koruma altına alınmıştır. Ancak, uygulamadaki hatalar elbette İslâm dinide mâl edilemez. Ve elbette Türklerin İslâmiyeti seçmelerindeki en önemli fakat diğer unsurlarla beraber bunu tamamlayan neden tek tanrılı bir din olmasındandır. Elbette Musevilik de, Hıristiyanlık da tek tanrılı dünlerdendi, fakat yukarıda kısaca saymış olduğum diğer unsurlarla birlikte ele alındığında Türkleri için en uygun din İslâmiyetti.

Fakat, Türkler İslâm dinine girmeden çok önce belirli bir aile kuralları zinciri içinde zaten yaşıyorlardı. Temizliğe aşırı derecede önem veriyorlar ve yalnız bu nedenle bütün yerleşim alanlarını su kenarlarına kuruyorlardı. Yaşayan atalarına saygı gösterirken ölmüş atalarının mezarlarına da saygı gösteriyorlardı. Çocuk, kız ya da erkek olsun hiç farketmeden Türk aile yapısı içinde özenle büyütülüyordu. Toprağına ve namusuna tehlike gelmedikçe ya da kendilerine salrılmadığı sürece Türkler asla savaşmıyordu. Hiç kimsenin malına, mülküne, namusuna göz dikilmiyordu. Kendinin olmadığı her hangi bir şeye bedel ödemeden sahip olmuyordu ki bu İslâmiyette "Haram-helâl" olarak nitelendirilecekti. Türkler merhametli, hoşgörülü, herkesin hakkına saygılı topluluklar olarak hep yaşadılar. Nerede mazlum insanlar olduysa, Türkler hep mazlum ve ezilen insan toplulukları yanında yer aldı ve onlarla birlikte savaştı.

O halde şunu demeye çalışıyorum: Türkler, İslâm dininden "insanlık" adına çok şey kazanmasına gerek olmadan bu dine girmişlerdir. Ancak, ibadet şekillerini ve ibadethanelerini elbette İslâm dinine göre biçimlendirmişlerdir. İslâm dininin emrettiği bütün insanî değerler, toplumsal değerler zaten Türk toplumlarında mevcuttu. Buna bir de İslâm dini eklenince, İslâmiyeti en gerçek şekliyle yaşayan devletler, imparatorluklar ortaya çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtada egemenliğini sürdürürken aslında oraya Türklüğün bütün değerlerini taşıyordu. Din olarak da İslâmiyeti yayıyor ve dolayısı ile oralara İslâm dininin camilerini taşıyordu. Fakat, bütün sosyal yapı, henüz dünyada İslâmiyet yokken, Türklerin ortaya koyduğu sosyal yapıydı. O nedenle de biz Osmanlı İmparatorluğu'nun üç kıtada egemenlik kurduğu topraklarda, o topraklarda yaşayan insanlara insanca muamele göstermesini, onların diline, dinine karışmamasına İslâm kültürünü neden olarak gösteremeyiz. Osmanlı'nın yaşattığı elbette din olarak İslamiyetti o dini temsil ediyordu. Fakat, asıl geride yatan neden asırladır insanca yaşama kültürü olan Türk kültürüdür.

Ne yazık ki bizler bugün hâlâ Osmanlı İmparatorluğu gibi bir cihan devletini anlamaya çalışırken hep İslâmiyetin etkisinde kalmış Osmanlıyı anlıyoruz ve anlatıyoruz. Orada asıl olan Türklüktür. Türklüğün değerleridir.

3- KURAN-I KERİM'DE ZİNA


Az sonra yazımın başlığı olan Osmanlı'da recm cezasına elbette gireceğim. Fakat, bu konuya girmeden önce recmin ne olduğunu, zinanın ne demek olduğunu ve zinaya verilecek cezaların Kuran'da nasıl yazıldığını anlamamız gerekiyordu. Anlamamız gereken bir başka konu ise Türklerin neden recm uygulamasına karşı oluşlarıydı. Bunu ikinci madde altında sanırım anlatmaya çalıştım. Türkler, kadınlarına vermiş oldukları değerler nedeniyle, kadını aşağılayan böyle bir cezaya tarihin hiç bir dönemimde rıza göstermemişlerdir. Elbette namusuna büyük önem gösteren Türk topluluklarında meydana gelen çok ender zina cezaları ise ya kadını evden uzaklaştırma ya da ata evine geri göndermedir ki, bu ceza da recmden çok daha utanç verici olduğundan geçmişteki Türk topluluklarında zina olayına pek rastlanmamaktadır.

Şimdi de cezası recm olan zinaya Kuran-ı Kerim'de bir bakalım:

Kuran-ı Kerim'de zina; Nisa Suresi 15-16-24. Maide Suresi 5. Nur Suresi 2-3-6-23. Furkan Suresi 68 ve Mümtahine Suresi 12. ayetlerinde geçmektedir.

Nisa Suresi'nin 15. ayeti zina yapan kadın için dört şahit istemektedir. Eğer bu şahitler bulunursa bile ortada recm diye birşey yoktur. Ölünceye kadar bu kadınların ev hapsinde tutulmaları ya da Allah'ın onlara yeni yol açması beklenmektedir.

Nisa Suresi 16. ayetinde ise zina yapan her iki insana da eziyet yapılması istenmektedir. Fakat, burada da tövbe edilirse eziyetten vaz geçin denmekte ve merhamet edin denmektedir. Bu ayette de recm yok.

Nur Suresi'nin 2. ayeti zina yapan kadın ve erkeğe yüz değnek vurun diyor. Bu sırada bir kısım Müslüman da bu değnek vuruluşuna şahitlik etsin diyor. Bu ayette de recm yok.

Nur Suresi'nin 3. ayeti ise zina yapmış olan kadınların zina yapmış erkeklerle; zina yapmış olan erkeklerin ise zina yapmış ya da kâfir kadınlarla evlenmesine izin verilmiştir. Burada da recm yok.

Yukarıda yazmış olduğum Nisa Suresi 15-16, Nur Suresi 2-3 ayetleri dışındaki diğer ayetlerde zinanın kötü ve yanlış bir şey olduğu anlatılır. Fakat, zina ve zinanın cezası ile ilgili hiçbir ayette recm yoktur. Pekiyi, recmin karşılığı olan "taş atma" var mıdır? Acaba, Kuran'da recm var diyenler bundan dolayı mı yanılgı içindeler? Elbette taş atma var. O da Kehf Suresi 22. ayetinde geçmektedir "...ortada olmayan hedefe boyuna taş atmak ..." diye geçmektedir. Bu ayet ve sure ise zina ile falan ilgili değildir. Taş atmakla ilgili diğer bir ayet ise Mülk Suresi'nde geçmektedir. "Ve andolsun ki biz, en yakın olan dünya göğünü ışıklarla bezedik ve onları, şeytanlara atılacak şeyler olarak halkettik ..." Burada da bir atmaktan söz edilmekle birlikye ne zina ile ne de recm ile ilgili bir işaret vardır.

O halde şimdi şunu diyebiliriz: Kuran-ı Kerim, zinayı ağır günahlardan görmüş ve kesinlikle yasaklamıştır. Zina suçunun ıspatı için ağır koşullar ileri sürmüştür. Bir kadına zina yaptı deyip de bunu ispatlayamayana da hem bu dünyada hem öbür dünyada ağır cezalar yapılması emredilmiştir. Fakat, zina her ne şekilde ıspatlanırsa ıspatlansın ve hattâ zinayı katılanlar "Evet zina yaptık" bile deseler sonunda recm yoktur. Hattâ, tövbe edenlere af bile vardır. Çünkü, İslâma göre "Allah merhametlidir ve bütün tövbeleri kabul eder."

4- OSMANLI'DA RECM


Osmanlı İmparatorluğu'na gelene kadar o da İslâmiyetin ilk yıllarında olan ve yukarıdaki paragraflarda sizlere anlattığım bir recm olayı dışında kayıtlara geçmiş hiç bir recm cezası uygulaması yoktur. İslâmiyetin ilk yıllarında uygulanan bu recm cezasınında söylentiden ibaret olması büyük bir ihtimaldir.

Ancak ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu için yüzkarası olan recm uygulaması, Osmanlı'da bir kez yaşanmıştır ve bu söylenti değil gerçektir.

Padişah IV. Sultan Mehmed zamanıdır. IV. Mehmet, 1648-1687 yılları arasında saltanatta olduğuna göre recm olayı da bu tarihler arasında gerçekleşmiştir. Yani, 17. yüzyıl.

İstanbul'un Aksaray semtinde Abdullah Çelebi adlı bir adam vardır. Abdullah Çelebi, genç ve güzel bir hanımla evlidir. Evi de Aksaray'dadır. Ancak, Aksaray bugün de olduğu gibi o zamanlar ticarethanelerin de olduğu bir semttir. İşte bu ticarethanelerden birinde Yahudi çırağı çalışmaktadır. Günler birbirini kovalarken Aksaray cıvarında bu genç Yahudi çırağı ile Abdullah Çelebi'nin genç ve güzel karısı hakkında aşk yaşandığı hakkında bir dedikodudur yayılır gider. Aşk yaşandığı söylenen ilişkide bir zaman sonra zina yapıldığı da söylenmeye başlanır.

Dedikodular yayılınca durum mahkemeye düşer. Mahkemede şahitlik yapanlar da vardır. Davaya Beyazî-zâde Ahmet Efendi bakar. Ahmet Efendi her iki tarafı da dinler. Ancak, her iki taraf da zinayı da reddeder, aşk yaşandığını da. Fakat, ortada şahitler vardır. Bunun üzerine davaya bakan Beyazîüzâde Ahmet Efendi kararını açıklar: Recm!

Recm ama Osmanlı ulemaları buna şiddetle karşı çıkar. Çünkü, ulemalar recm diye bir cezanın Kuran-ı Kerim'de olmadığını söylerler. Sonra, zinanın şahitlerinin zinayı gözleriyle görmeleri gerekmektedir ki, burada şahitler sadece tahmin yürütmüşlerdir. Orta kadının gebelik gibi bir durumu da yoktur. Ayrıca zina yaptıkları iddia ettikleri kişiler zina yaptıklarını kabul etmemişlerdir.

Yani, zina suçunun İslâmi kurallara göre kanıtlanması için gereken hiç bir delil ortada yoktur. Ulemalar durumu Sadrazam Kara Mustafa Paşa'ya taşırlar. Ondan olumlu bir cevap alamayınca bu kez Padişaha kadar çıkarlar. Fakat, oradan da olumlu bir cevap alamazlar.

Artık recm cezasının uygulanması kaçınılmazdır. Bunun için yer tespit edilir. Bu yer bugün Sultanahmet Meydanı dediğimiz fakat o günlerdeki adı At Meydanı olan meydandır. O meydanda bugün de bulunan üç ejderhanın birbirine dolanmış vücutları nedeniyle "Burmalı Sütun" olarak anılan yerin hemin önü kazılır. Çünkü, zinaya karıştığı söylenen kadıncağız beline kadar bu kazılan yere gömülecektir. Nitekim çok geçmeden bir at arabasına bindirilmiş kadıncağız beyaz kefenler içinde meydana getirilir. O hâlâ "Suçsuzum, ben zina yapmadım" diye bağırıp dururken, recm cezasını merak eden kalabalık meydanı doldurur. Padişah da recm uygulamasını merak eder ve izlemek için nâzırı Fazlı Paşa'nın meydana yakın konağına gelir.

Kadıncağız kazılmış bulunan yere beline kadar gömülür. Etrafı sıkı sıkı toprakla kapatılır. Kısa bir sessizlik meydanı kaplar. Çünkü, kimse ne olacağını bilmemektedir. Osmanlı, Osmanlı olalı ilk kez böyle bir ceza uygulaması ile karşı karşıyadır. O kadar kalabalığın içinde halka galyana getiren bir ses duyulur:

"Vurun namussuz kahpeye!"

Yerden büyükçe bir taş kalkar. Büyük bir hızla yarı beline kadar toprakta gömülü olan kadının kafasına çarpar. Kadıncağız can acısıyla bağırır. Bu büyük taşı kadının kafasına atan kişi kadının erkek kardeşidir. Sonra taşlar birbirini takip eder ve kadıncağız acılar içinde o çukurda ruhunu teslim eder.

Yahudi çırak ise Müslüman olur. Onun düşüncesi "belki kurtulurum"dur. Ancak, onunda başı bir kılıç darbesiyle vücundan ayrılır.

İşte bu recm uygulaması ne yazık ki Osmanlı'da bir ilkdir ve bir daha da uygulanmamıştır. Fakat, Osmanlı için bir utanç kaynağı olmuştur.

Recm cezasını veren Beyazî-zâde Ahmet Efendi ise bu olaydan sonra bütün Osmanlı uleması tarafından reddedilmiş, kendisiyle bütün ilişkiler kesilmiş ve yalnız kalmıştır

KIZ KULESİ HATIRALARI


Bir karabatak aniden dalıverdi suya. Az önce yanıma konmuş olan bembeyaz martı havalandı ve suya daldı. Belli ki deniz kuşlarına balık ziyafeti vardı.

Şimdi Salacak sahilinde oturuyorum. Az önce Şemsipaşa Külliyesi önündeydim. Mimar Sinan'ın yapmış olduğu küçük ama şirin bir cami. Tam Üsküdar sahilinde. Bu nedenle Mimar Sinan camideki bazı sütunları döner sütun olarak yapmış. Yani sütunu kendi ekseni etrafında çevirirseniz, döner. Cami sahilde olduğundan zamanla denize doğru kayma olabilir düşüncesi, Mimar Sinan'a bu döner sütunları yaptırmış. Olur da yapıda kayma falan olursa bu sütunlar dönemeyecek ve böylece kayma anlaşılabilecek.

Salacak sahili bir başka güzeldir. İstanbul'da bir yaz akşamı güneşin batışını bu sahilden izlemek harika bir duygu. Ya kışın? Lapa lapa yağan karın ortaya çıkardığı manzara nasıl güzeldir anlatamam.

Şimdilerde Üsküdar'da Marmaray Projesi'ne katkı sağlıyor. Her tarafa kazı girmiş. Fakat, asfaltın yirmi santim altında antik yerleşimler çıktı ve proje durdu.

Biz Marmaray Projesi ekipleri ile arkeologları başbaşa bırakıp, Salacak sahilindeki gözlemimize geri dönelim.

Bir zamanlar Salacak sahili elbette böyle değildi. Sanıyorum 1965-1969 yılları arasında Türkan Şoray ile Tanju Gürsu'nun oynadığı Fosforlu Cevriye adlı flimi izlemişsinizdir. Bence, Türk flimlerinin birer belgesel olma özelliği eşsiz doğa manzaralar eşliğinde çekilmiş olmalarıdır. İşte bu flimde de Türkan Şoray, üvey annesinin şerrinden ve babasını öldürdüğü gerekçesiyle izlenmekte olduğu polisten kaçmak için Boğaziçi'ndeki yalılarının iskelesinden denize atlar. Yüzer yüzer yüzer ve sonunda Salacak sahiline gelir. Fakat o da ne? Bu bizim bildiğimiz Salacak değil. Sahilde balıkçı sandalları duruyor. Balıkçılar ağlarını tamir ediyorlar.

Az sonra Türkan Şoray'ı izleyen polisler de motorla Salacak'a geliyorlar. Motor polisleri nerede indiriyor biliyor musunuz? Salacak İskelesi'nde. Bir zamanlar orada ahşap bir iskele varmış. Yolcu vapurları yanaşıyormuş.

Sanıyorum, Salacak sahilini belgeleyen en güzel flimlerden biridir Fosforlu Cevriye'nin bu çekimi.

Bir de Salacak plajı vardı ama bu flimde o gözükmüyor.

Aynı flimde, yani Fosforlu Cevriye'de bir de Kız Kulesi gözüküyor. Biliyorum şimdi diyeceksiniz ki "Kız Kulesi hâlâ orada duruyor". Duruyor durmasına da o zamanki durumundan eser kalmamış.

Bizler Kız Kulesi'nin içini Kız Kulesi Aşıkları adlı, Nurseli İdiz, Beklan Algan'ın oynadığı ve İrfan Tüzüm'ün yönettiği berbat ötesi kötü bir flimde görmüştük. O zamanlar lokanta yapılsın diye özel sektöre verilmemişti Kız Kulesi. İçi dökülüyordu. Ama, dışı hep bildiğimiz gibi, martı kuşu gibi bembeyazdı. Bizler, Kız Kulesi'ni hep böyle bilirdik. Fakat, birgün özel sektöre verildi ve Kız Kulesi acayip bir forma büründü. Rengi değişti, şişmanladı, etrafına çemberler atıldı. Kafe-lokanta olarak da işletiliyor. Oysa, aslında Kzı Kulesi'ne hep gizemli gözlerle bakan bizler işletiliyoruz da farkında değiliz.

Şimdi Salacak sahilinde beton zemine oturup da karşıya baktığımda, Kız Kulesi bana hiç bir şey ifade etmiyor. Orasını lokanta olarak görüyorum.

Oysa ne efsaneler dinlemiştik bu kule hakkında? Ama, en ünlüsü ve tabi ki kuleye adını veren Bizans imparatorunun kızının öyküsüydü.

Derlerki, Bizans denen büyük imparatorluğun elbette bir imparatoru vardır. İşte bu imparatorun bir de güzeller güzeli kızı vardır. Efsane budur ya, Bizans'ın kızları pek bir güzel olurmuş. Hem Bizanslı olur, hem de imparator kızı olur da, efsanemizin kızı nasıl çirkin olur?

Bu güzeller güzeli kızı imparator olan babası çok çok severmiş.

Fakat, hepimizin bildiği gibi o zamanlar falcılara, müneccimlere, kâhinlere pek bir inanılırmış. Bizim Bizanslı imparator da sıkılan canına derman olsun diye yanına çağırtmış kâhini. Kâhinin söyleyeceklerini nereden bilsin. Hay çağırtmaz olaydı. Çünkü, şöyle demiş kâhin ona:

"Senin dünyalar güzeli kızın var ya, o yakın bir zamanda hayatını kaybedecek"

Şaşırmış imparator. Ne yapacağını bilememiş. "Aman" demiş "hekimlerim hekimlerin bir çare bulur elbette kızıma"

"Yok" demiş çatık kaşlı kâhin "senin kızın hastalıktan ölmeyecek"

"Ya neden? Çaresini bulalım" demiş imparator.

"Kızını zehirli bir yılan sokacak ve kızın ölecek" demiş kâhin.

İmparatorun aklı başından gitmiş bir kere. Şimdi nasıl kurtaracak kızını? Allah vere çevresinde akıllı adamlar var. O akıllı adamlardan biri demiş ki:

"Denizin ortasına bir kule yapalım ve kızınızı oraya yerleştirelim. Yılan suya gelmez."

Bu fikir imparatorun hoşuna gitmiş. Ve işte bugünkü kule yapılmış. Kızını da bu kuleye yerleştirmiş.

Bir kaç zaman geçmiş. Kuledeki kızın cancağazı meyve istemiş. İmparatorlukta yok yok. Derhal bir sepet meyve hazırlanmış ve kuleye gönderilmiş. Kızcağaz büyük bir hevesle sepetin içindeki meyvelere sarılmış. Sarılmış ama meyve sepetinden çıkan yılan da ona sarılmış ve zehirli dişlerini kıza batırıvermiş. Ve kâhinin dediği gibi kız oracıkta ölüvermiş.

İşte size Kız Kulesi'nin adının nereden geldiğini belirten efsane. Efsane mi? Kimbilir belki de gerçektir. Yok canım belli ki efsane!

Biz bunu tartışırken, gelin bir de şu kulenin tarihine bakalım.

Aslında Atinalı komutan Alkibiades'in, İsa'dan tam 410 sene önce buradaki kayalıkların üzerine bir kule yaptığı bilinmektedir. Zamanla bu kule yok olmuşsa da, Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos aynı yere yeniden bir kule yapar. Fakat, Komnenos'un amacı başkadır. O, bu kuleden, Sarayburnu'na zincir çeker. Böylece Boğaz'ın giriş çıkışını kendi kontrolü altına alır. Dünya, gelip geçen insanların tarihi ile dolu. Komnenos da gün gelip bu fani dünyadan ayrılınca, bir zaman sonra İstanbul Türklerin eline geçer. Fatih Sultan Mehmet, Bizans'tan kalan bu kaleye nöbetçi birliği yerleştirir. Kulenin kaderi devam eder. Hepimizin bildiği gibi 1509 yılında büyük bir deprem olur ve bizim kule yerle bir olur. E şimdi orası boş kalacak değil ya. Günümüzde olsa hemen oraya beş yıldızlı bir otel kondururlardı. Fakat, Osmanlı buraya yeniden kule yaptığında bu kez ahşaptan yaptı ve üzerine bir de fener dikti. Eh ahşap olur da yanmaz mı? 1721 yılında bu kule de yandı kül oldu. İnat değil mi? Oraya illa bir kule dikilecek. 1763 yılında bu kez kâgir olarak yapıldı. 1829 yılında bu kule karantina istasyonu olarak kullanıldı. 1832 yılında büyük bir onarımdan geçirildi. 1945 yılında bu güzel Kız Kulesi Liman Müdürlüğü tarafından onarımdan geçirildi. Sonra da askeri amaçla kullanıldı. Son olarak her şeyin özelleştirildiği Türkiye'de Allah'ın denizinin ortasındaki Kız Kulesi bile işletim amacıyla özelleşiverdi.

Oturmuşum Salacak sahiline eski günleri hatırlamışım. Şurada vapur iskelesi varmış, şurada kayıkhaneler, şurada balıkçılar ağ örermiş, şurada halk plajı varmış.

Laf aramızda bir zamanlar bir de Salacak canavarı vardı. Sapık. Önüne gelenin karnını deşerdi.

Bir de derler ki bir zamanlar Kız Kulesi'nde defne ağacı varmış. Ancak, o kadar taradım hiç bir gravürde rastlamadım. Eğer olduysa Kız Kulesi efsanelerine, Boğaziçi efsanelerine ne de yakışmıştır Dafne adlı kızcağazın efsanesi.

Hadi bakalım o efsaneyi de gün gelir başka bir nedenle anlatma fırsatımız olur.

Nasılsa şu şehr-i Stanbul efsaneler üzerine kurulmuştur.