İSTANBUL'UN SEYYAR SATICILARI





Şimdi kapımızdan simitçi geçiyor. "Akşam simidi akşaaam!" diye bağıra bağıra. Birkaç apartmandan çağıranlar oldu. Beş çayının yanında taze simit iyi gider diye düşünen komşularımız simit alıyor.
Biraz daha gerilere gidip çocukluğumuzu anımsadığımızda, el arabalarıyla basma, pazen kumaş satan seyyar satıcılar geliyor aklıma. Sonra, omuzuna astığı sırığın ucuna terazi misali yoğurt tepsilerini dizip yoğurt satan yoğurtçu geliyor gözümün önüne. Simitçiler yine vardı. "Alibeyköyü'nün sütlü mısırı" diye bağıran ve kazanında mısır kaynatıp satan mısırcıyı anımsıyorum. Artık, Alibeyköyü'nde mısır tarlaları kalmadığından, böyle bağıramayan ama yine mısır kaynatıp satan mısırcılar var. Belki yaşıtlarım macuncuları da anımsar. Hani yuvarlak bir tepsiyi üçgenler halinde bölümlere ayırıp, rengarenk macunları satan macuncular. Sonra bir de şarkı-türkü-gazel satanlar vardı ki onlar tam bir alemdiler. Hem şarkı-türkü-gazel kitapçıkları satarlar, hemde sattıkları kitapçıktan şarkılar söylerlerdi.
İstanbul her zaman diğer kentlere oranla kalabalık olduğundan ne satsan mutlaka alıcısı bulunurdu. Bu nedenle de "İstanbul'un taşı toprağı altın" sözü söylenegelmiştir. Bir zamanlar Anadolu'nun Almanyası İstanbul'du. Gerçekten de geldiği zamanda birşeyler alıp satarak para kazanmaya çalışan bir çok Anadolulu yeni İstanbullu ilerde büyük servetlere sahip oluyordu. İstanbul'un asıl sahipleri ise büyük bir çoğunlukla "memur" ya da "serbest meslek" mensuplarından oluşuyordu. Anadolu'dan gelen seyyar satıcıların yavaş yavaş sermaye edinip, kendi işyerlerini açmalarıyla İstanbul'un zenginlik anlayışı da değişiyordu. Bir tarafta memurlukla geçinen kibar ve efendi İstanbullular, diğer tarafta serbest meslekleriyle servet sahibi olmuş yine kibar ve efendi avukatlar, doktorlar, profesörler... Diğer tarafta ise Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş seyyar satıcılıktan, hammalığa, kapıcılığa kadar her türlü işi yapan yeni İstanbullular. İşte bu yeni İstanbullular, eski İstanbul'un yerlileriyle bir türlü uyum sağlayamayacak kadar büyük kent yaşam "adap ve erkanı"ndan yoksun insanlardı. Nitekim çok geçmeden bu iki kültür farkı olan insanlar aynı parasal zenginliğe ulaştıkları halde, kültürel zenginlikte ortak bir noktada buluşamadılar. Mahaller, semtler bu iki insan topluluğunu ayırdı. Bugün bile, en bilinen olduğu için örnek vereyim, Bağdat Caddesi ve minibüs caddesi dediğimiz Fahrettin Kerim Gökay, Şemsettin Günaltay caddeleri bir birlerine paralel iki caddedir. Fakat Bağdat Caddesi, İstanbulluların bildiği gibi "varlıklı" insanların oturduğu caddedir. Fakat minibüs caddesi de "varlıklı" insanların oturduğu caddedir. Ama, o varlıklıları ayıran parasal üstünlükleri değildir. Bağdat Caddesi varlıklıları eğitimleriyle, kültürleriyle varlıklı olmuş insanlardan oluşmaktadır. Minibüs caddesi varlıklıları ise, işte o seyyar satıcılıktan başlayarak varlıklı olmuş insanlar topluluğudur.
İstanbul, seyyar satıcılarıyla bugün tanışmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu yana çeşitlilikleri giderek azalarak süregelmişlerdir. Bugün yukarıdaki paragraflarda saydığım az sayıdaki seyyar satıcı türü vardır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu içinde ve tabi ki konumuz İstanbul olduğu için, İstanbul'da aklınıza gelmeyecek türde seyyar satıcılar vardır. Geçmiş zamanlardaki fotoğraf ve gravürlerde bu seyyar satıcılar resmedilmişlerdir.

Seyyar satıcı türünde neler yok ki? Omuzuna koyduğu bir sırığa dizdiği sakadatları satan seyyar ciğerci. Su satan sakalar. Seyyar kahveciler. Evet yanlış duymadınız, mangalıyla dolaşıp duran ve isteyene mangalında cezveyle kahve yapan seyyar kahveci. Seyyar berberler. Ellerindeki ustura, sabun, fırça, makas ve suluklarıyla seyyar berberlik yapanlar. Bu seyyar berberler aynı zamanda diş de çekiyorlarmış, sünnet de yapıyorlarmış. Ve yakın geçmişimizin basmacıları o zamnlar da varmış, ancak onlar el arabalarıyla değil, bohçalarıyla satış yapıyorlarmış ki, bunların çoğu kadınmış. Diğer seyyar satıcı tatlıcıymış. Evet, bugün muhallebici dediğimiz dükkanların ataları seyyar tatlıcılarmış. Bundan başka bir sebze-meyve satan seyyarlar varmış ki, bostanlardan aldıkları taze sebze ve meyveyi satarlarmış. Bir de kalaycılar varmış ki onları unutmak asla olmaz. Zamanın bakır kaplarını kalaylayan bu insanların hemen hepsi çingenelerden oluşmaktaymış. Yine çingenelerden oluşmuş "çengi" takımı varmış ki, bunlar da mahallelerde göbek atıp para kazanmaktalarmış.
Belki unuttuğum seyyar satıcılar vardır. Ancak, İstanbul seyyar satıcılarından hiç bir zaman kurtulamadı. Eski İstanbul fotoğraf ve gravürlerinde seyyar satıcılar bize hoş gözüküyor. Hiç değilse o insanlar bugünkü gibi el arabalarıyla yolları kapatmıyorlar. Görünüşe göre de, o zamanın İstanbulluları bu seyyar satıcılardan memnunmuşlar. Çünkü, hep aynı semtte seyyarlık yapan satıcılar, tanıdıkları müşterilerine her zaman taze ve kaliteli mallarını sunuyorlarmış. Yani alan da memnun, satan da memnun. Ama o zaman da bu zaman da, seyyar satıcılar hep "zabıta"nın derdi olmuştur.
İstanbul'da seyyar satıcı tipleri de, çeşitleri de azaldı ve değişti. Ancak, zabıta ile köşe kapmacaları hiç değişmedi.

İSTANBUL, MARMARA DENİZİ VE BOĞAZİÇİ



İstanbul'un uydudan çekilmiş fotoğraflarına baktığımızda, İstanbul Boğazı'nın ve Haliç'in nasıl meydana geldiğini kolaylıkla görebiliyoruz. Eğer, bu iki kıta parçası bir kağıt üzerinde olsa ve her iki yandan çekilse, ancak böyle ayrılabilirdi. Siz de uydudan çekilmiş bu fotoğraflara baktığınızda Boğaz'ın iki yakasını ve Haliç'in iki yakasını birbiriyle birleştirseniz neredeyse koylarıyla, burunlarıyla bire bir kenetlenecek. Bu, zaten bilinen bir gerçeği basit yöntemlerle bize öğretiyor: Deprem! Evet, belli ki İstanbul, kimbilir tarihin hangi döneminde olağanüstü büyük bir deprem yaşamış ve bugün Boğaziçi dediğimiz büyük yarık Avrupa ile Asya'yı bir birinden ayırmış. Büyük olasılıkla aynı deprem ve artçıları Çanakkale yarığını da ortaya çıkarmış, Haliç'in iki yakasını birbirinden ayırmıştır. Bu depremlerden önce göl olan Karadeniz açılan bu yarıktan bugün Marmara dediğimiz ovaya (bazı kaynaklar göl demektedir) akmıştır. Fakat, aynı zamanda Ege'den de Çanakkale yarığına doğru büyük bir akıntı başlamıştır. Böylece Marmara Denizi, İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı ve Haliç meydana gelmiştir. Bugün bile İstanbul Boğazı'ndan akan su hem Karadeniz'den hem de Ege'den zıt yönlü olarak alttan ve üstten olmak üzere devam etmektektedir.
Nasıl meydana geldiğini bildiğimiz Marmara Denizi, Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Haliç, zamanının en büyük felaketini yaşatırken, aradan geçen onbirlerce sene sonra dünyanın en güzel manzarasını insanlığa sunmuştur. İsterseniz ve özellikle İstanbul'da yaşayanlar ve İstanbul'u özümseyenler bir deneme yapabilir. Gözlerinizi bir an kapatın ve Marmara Denizi'nin apartman yığınlarıyla dolmuş eski bir ova olduğunu düşleyin. Boğaziçi yok, Haliç yok... Gözlerinizi açmayın. Çünkü daha düşleyeceğimiz konular var. Örneğin Marmara Denizi ve Haliç olmasaydı büyük bir olasılıkla İstanbul üç büyük uygarlığa başkentlik etmezdi. Bu topraklarda ne Roma olurdu, ne Bizans ne de Osmanlı. Ve ne de İslâm Peygamberi Hz. Muhammed İstanbul'un fethi ile ilgili komutan ve askerlere övgüler yağdıracaktı.
Sonuç olarak, İstanbul'u İstanbul yapan büyük deprem felaketleridir.
İşte bu depremlerden ortaya çıkmış olan Boğaziçi, bugün İstanbul'un en seçkin yerleşim yeri olmakla beraber doğa bakımından da en güzel yerleşim alanlarındandır. Fakat, büyük depremlerden sonra ikiye ayrılmış Boğaziçi, bugün de çok değişik koşullara sahip iki yaka insanını bir birinden ayırır. Boğaz'ın Avrupa yakasında oturanlar daha zengin, daha kültürlü, daha entellektüel ve daha uç kesimlerde yaşayan insanlardan oluşur. Boğaz'ın Asya yakasında oturanlar ise daha alçakgönüllü bütçelere sahip, genellikle edebiyatla uğraşan, daha halkın içinde olan ve daha sıradan insanlardan oluşur. Fakat, yine de mis gibi eski İstanbul tarihini bize veren Boğaziçi'nin Asya yakasıdır.
Boğaziçi'nin değeri Osmanlı padişahlarınca anlaşılmıştır. Boğaz'ın kıyılarına ve Salacak, Harem kıyılarına kurulan padişah sahilsaraylarından bugün ne yazık ki hiç bir iz kalmamıştır. Kala kala Üsküdar'ın, Harem adı günümüze kadar gelmiştir ki, bu Harem adının nereden geldiğini çoğu kişi bilmez, bilmek için de çaba harcamaz. Evet, bu Harem adı, Osmanlı'nın sahilsaraylarındaki haremlerinden adını almıştır.
İşin hoş yanı bugün de Boğaziçi'nin her iki yanı "Köy"lerle adlandırılır. Avrupa yakasında, Ortaköy, Arnavutköy, Yeniköy; Asya yakasında Çengelköy, Vaniköy... Bir de bu köylerin Boğaziçi'nde çalışan aynı adlı vapurları vardı ki hepsi birer inci tanesi gibi hoş ve zarifti. Şimdi bu güzelim vapurların yerine, "Şehit" sıfatını önüne takan bir sürü tipsiz vapurlar yapıldı. O eski vapurları yapanlar, vapurların Boğaziçi'nin şıklığına uyumunu gözönünde bulunduruyordu. "Güzel Boğaz'a en güzel inciyi takalım" diyorlardı. Oysa, artık bu Boğaz'dan çoooook sular aktı. Hanidir İstanbul'u İstanbullu yönetmiyor. İstanbul'u Gümüşhaneli, Sıvaslı, Rizeli Belediye Başkanları yönetiyor. Bunlar yönetince de Sultanahmet gibi bir tarihi meydandan raylı sistem geçiyor, aynı yere beş yıldızlı otel yapımına izin veriliyor, altı üstünden zengin olan Tarihi Yarımada'da metro kazıları yapılıyor. Boğaziçi'nin hem görüntüsünü hem de ekolojik dengesini bozacak olan dev otel ve iş merkezlerine izin veriliyor.
Şimdi dikkat edin: İstanbul'u yaratan büyük depremlerdi. İstanbul'u yıkan uluslararası ve onların yerli ortakları olan müteahhitler olmayacaktır. Çünkü, doğa buna izin vermeyecektir. İstanbul, çok yakında büyük bir depremle aslına dönecektir. Bu kenti yaratan deprem, bu kenti yok edecek ve yeniden yaratacaktır.

İSTANBUL'UN EĞLENCE KÜLTÜRÜ





İstanbul'un nüfusu artınca, birçok alışkanlığı da değişti. Bunların başında da eğlence kültürü geliyor. Özellikle Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden gelen insanlarımız kendi kültürlerini buraya taşıdı. Şimdi, herkesin geldiği bölgeye ait bir derneği var. Her gurubun gittiği bir "Türkü barı" var.
Bu guruptan olup da aileleri zengin olan kesim ise içkili barları ya da gece kulüplerini yeğliyor. Onlar da kendilerince eğlence yaşamlarını sürdürüyorlar.
Hiç kimseden ve hiçbir ülkeden yerinde sayması beklenemez. Zaman her şeyi değiştiriyor. Bunun çaresi yok. Şimdi, dedelerimiz böyle eğleniyordu diye, kalkıp biz de öyle eğlenelim diyecek kadar ne cahiliz, ne de çağ dışıyız. Ama, okumayan bir toplumuz. Geçmişimizi çabuk unutuyoruz.
Örneğin şimdiki kuşak, ortaoyununu, Hacivat ve Karagöz'ü, cambazhaneleri, bayram yerlerini bilmeden öğrenmeden gelişecekler. Oysa, birçok eksiğimiz olduğu gibi, eğlence kültürümüzü bilmemek de büyük eksikliğimiz olacaktır.
Oysa, birçok değişim göstererek on dokuzuncu yüzyılda bütün nitelikleriyle ortaya çıktığı kabul edilen ortaoyunu, unutmamamız gereken bir eğlence kültürümüzdü. Pişêkâr, Kavuklu, Çelebi, Zenne, Tuzsuz, Matiz, Sarhoş, Külhanbeyi, Efe, Cüce, Kanbur, Denyo, Hırbo, Kürt, Cûd, hep ortaoyununun komik kişileriydi.
Adından da anlaşılacağı gibi, ortaoyunu, dört tarafı izleyenlerce çevrilen, üstü açık bir alanda oynanırdı. Oyun için gereken aksesurlar ise, bu alana dizilirdi. Bunlar, sandık odası, kapı, çalgıcılara ayrılan yer, dükkân, yenidünya adlı gereçlerdi. İzleyicilerden erkekler "mevki"ye, kadınlar "kafes"e otururlardı.
Oyun bir başlayıp da, oyun karakterleri bir bir sahneye çıkınca, izleyenlerin kahkahaları tüm meydanı doldururdu.
Bazılarımıza ne kadar ilkel gelirse gelsin, yaşatılmasa bile bilinmesi gereken eğlence kültürümüzdür Ortaoyunu. Zaten, birçok kültür değerlerimizi büyük bir hızla yitiriyoruz, hiç değilse kurtarabildiklerimizi öğretelim. Siz bırakın Amerikan kültürünü. Amerika keşfedildiğinde, İstanbul Türklerin eline geçeli neredeyse yirmi beş yıl olmuştu ve ondan önce de bu topraklarda bin yıllık Bizans uygarlığı vardı.
Hele bu ortaoyununun bir Dümbüllü İsmail Efendisi vardı ki; tipiyle insanı güldürürdü. Bir anısı vardı: Birgün, oyunlarını sergilemek için sahneye çıkarlar, oyun akıp giderken, kendini bilmezin biri sahneye bir tane "hıyar" atar, Dümbüllü İsmail Efendi alır "hıyarı", izleyicilere döner: "Birisi kartvizitini gönderdi sağolsun" der.
Bu hazırcevap, hınzır, komedyen ve ortaoyununun son temsilcisi 5 Kasım 1973 Pazartesi günü aramızdan ayrıldı. Kabri Karacaahmet Mezarlığında. Duvardibi'nden Çiçekçiye çıkarken sağ kolda ve yoldan gözükmektedir. Kimbilir, oradan geçerken bu yazı aklınıza gelir de, bir Fatihayı çok görmezsiniz Dümbüllü İsmail Efendiye.
Ya sonra?
Hacıvat ve Karagöz'ü Yunanlılar sahiplendi. Gölge oynunun bu iki kahramanı, ortaoyunun Pişekâr ve Kavuklusu idi. Bu gölge oyununun da ortaoyununa benzeyen karakterleri vardı. Oynatılması, beyaz perde yerine geçecek herhangi beyaz bir örtü, kartonlardan bile yapılabilecek karakterler ve arkadan gelen ışık kaynağı olunca, mahalle aralarında, kullanılmayan kömürlüklerde ya da karanlık odalarda amatörce ve çocuklar arasında oynatıldığına çok tanıklık etmiştim.
Cambazhaneler için genellikle çadır şarttı. Çünkü, para toplanırdı. İki sırık arasına gerilmiş telden, cambaz ya da cambazlar çeşitli hareketler yaparlar, izleyenlerin yürekleri ağızlarına gelirdi. Bunları yurtdışından gelen hemen her sirkte izleme olanağımız hâlâ var.
Bir de bayram yerleri vardı. Şimdi "O da ne" demeyin. Şu an "lunapark" dediğiniz eğlence yerleri, eskiden yalnızca bayramdam bayrama kurulurdu. Onun için de büyük ilgi toplardı. Ama, oralar çocukların eğlence yerleriydi. Bayram günleri belirli yerlerden paytonlar kalkar bayram yerine kadar gider gelirlerdi.
Dedim ya, bunlar çok gerilerde kaldı artık. Kalması da kaçınılmazdı. Ama, Türk ulusu, en eski kültürlere sahip olması açısından, dünyadaki sayılı uluslardandır. Bunun değerini bilmek ve bu kültürü yok etmemek zorundayız. Bunlar bize miras bırakılmıştı. Bizler de geleceğe taşımalıyız.
Ben kültürümüzün yalnızca eğlence bölümünü ele aldım, yazdım. Elbette daha yazacak ve anlatılacak başka kültür varlıklarımız olduğunu da biliyorum. Ama, amacım bu yazıyı okuyup ilgilenenlerin, bu konuda kitaplar alıp okumalarıdır.

İSTANBUL'UN FETHİ



Kuşatmanın elli dördüncü gününe rastlayan 29 Mayıs 1453 salı günü Türk ordusu Konstantin'in kentine girmişti. Açılan gediklerden Türk akıncıları içeriye giriyordu ve az sonra atının üzerinde padişah Sultan II. Mehmed gözüküyordu. Başarının verdiği karşı konulmaz sevinç, heybetine heybet katıyordu.
Ortalık mahşer alanına dönmüş, Bizans halkı Büyük Kilise denen Ayasofya'ya sığınmıştı. Türk ordusu geride kalan evlere, tarihi mekanlara saldırıyor, ganimet topluyordu. Bir yandan da II. Mehmed'in komutları yağmur gibi gürlüyor, kulaktan kulağa yayılıyordu:
"Hiç bir canlıya dokunulmaya! Kadınlara, çocuklara el sürülmeye, hiç bir ibadethaneye saldırı yapılmaya, hiç bir heykel yıkılmaya!"
Genç Sultan, atıyla aheste aheste, hep övgülerini duyduğu Ayasofya'ya doğru atını sürüyordu. Bir yandan da Bizans'ın muhteşem mimarisine göz atıyor, ama, hayranlığını da içine gömüyordu.
Önce girdiği kapıya bir baktı. Sonra surlara bir göz attı. Kendisini elli dört gün uğraştıran, ona koca koca topları döktürmesi için Macar usta Urban'ı aratıp bulduran sur duvarlarına baktı. "Ne yıkılmaz sur bunlar" diye içinden geçirdi. Atını sürdükce yeni mekanlar görüyor, yanındaki hocalarına danışıyor, bilgi alıyordu.
Çok uzaklarda "su kemerini" gördü. Romalılardan kaldığını öğrendi. İlerledikçe Bizans'ın evlerini, kiliselerini, dikilitaşlarını, saraylarını görüyordu. Şaşkınlık içinde her yere ve her şeye bakıyordu. Hayranlığını ancak verdiği emirlerde saklıyordu:
"Hiç bir şeye dokunulmaya! Yıkılmaya, kırılmaya!"
Konstantin meydanına geldiğinde, şimdi yok olan bir imparatora dikilmiş sütunu gördü. Baktı. "Hocam" dedi "bunlar yasaklanmış mıdır bizlere?"
Molla Gürani, Molla Hüsrev, Hocazade hep yanındaydı Sultan'ın. Hele Ak Şemsettin! En sevdiği ve en saygı duyduğu hocasıydı Sultan'ın. O hoca ki, onu bir saniye bırakmamış ve İstanbul'un fethini aklına koyup, sonuna kadar desteklemişti.
Ama, şimdi hocalar ne diyeceklerini bilemiyorlar, yine de her zamanki gibi doğruyu da söylüyorlardı:
"Dinimizce gölgesi düşen suretlerin yapılması yasaklanmıştır Sultanım"
II. Mehmed'in umurunda değildi. Bizans'tan kalan, savaş görmüş, elli yıl Lâtin işgalinde kalmış böyle bir kent alacağını hiç ummamıştı. "Her şey çok güzel" diyordu "herşey olduğu gibi kalmalı"
Bir ara atını durdurdu. Yanındakiler de durdu. Gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Boşlukta duran kocaman bir kubbe onlara bakıyordu. Nasıl olur da böyle bir tapınak yapılabilirdi? Neydi bunun mimari sırrı? Yoksa bunlar Allah'ı daha mı çok seviyorlardı?
Şaşkınlıkları kısa sürdü. At yokuna devam ederken, Hipodrom meydanındaki anıtlara uzaktan, şaşkınlıkla ama hayranlıkla baktı Sultan. Lâtin işgalinde çok zarar gören Bizans'ın sarayına acımaklı gözlerle baktı. Sonra atını yavaş yavaş Ayasofya'ya çevirdi. Barikatlarla kapatılan kapıyı açtırdı. Atından inmedi "Bismillahirrahmanirrahim" dedi, Allahına şükürler etti. Kilisenin içinde korkuyla ona bakan Bizanslı insanlara "Hepiniz serbestsiniz, hiç birinizin canına, malına dokunulmayacaktır, evlerinize dönün!" diye bağırdı.
Kilisenin büyüklüğü karşısında hâlâ şaşkınlığını geçirememişti. "Altından mozaikler, Hz. İsa Hz. Meryem, aman Allahım hepsi canlı gibiydi" düşünüyordu, ama yüksek sesle düşünüyordu.
Kocaman kilisede bir gürültü duydu. "Nedir, ne oluyor?" diye çevresindekilere sordu. Ve kendisi gördü, askerin biri kilisenin mermerlerini kırıyordu. "Durdurun şunu" diye bağırdı. Sonra da herkesin duyacağı tonda emirini verdi:
"Bu kentin ganimetleri sizin, binaları benim!"
Biraz sonra atından indi, yanındakilerle birlikte ilk namazını kıldı, dualar etti.
Ertesi günü Çandarlıoğulları ile Osman oğulları arasındaki rekabete son vermek amacıyla, Sadrazamı Çandarlı Halil Paşa'yı hapse attırdı. Ve kafasına koymuştu "Artık Çandarlıoğulları devri kapanacaktı"
Aradan zaman geçiyor, başka fetihlerle uğraşılıyor, yeni yerler alınıyor, Çandarlı Halil Paşa idam ettiriliyor, ama Sultan II. Mehmed'in aklından ne Konstantinopolis çıkıyor, ne de Hıristiyan dünyasının yaşam tarzı, tanrıya gösterdikleri büyük bağlılık, o tanrı için yapılmış kiliseler. Bu sefer Hıristiyanlığı öğrenmeye karar vermişti. Bu dine karşı olan ilgisi ve sevgisi gittikçe artıyordu. Fetihten üç yıl sonra hocası Ak Şemsettin'i de kaybetmişti. En güvendiği hocası oydu. Duygularını ancak ona açabilirdi. Bu yüzden de kimseye açılmadı.
Hıristiyanlığa karşı duyduğu sevgi, sempati, hayranlık adına ne derseniz deyin, çevresi tarafından da anlaşılmaya başlanmıştı. "Yoksa koca Fatih Hıristiyan mı olacaktı?" Söylentiler kulaktan kulağa yayılırken, bunun çareleri de aranır olmuştu. Fatih gibi bir Sultan'ı aniden öldürmek olmazdı. En iyisi doktorlarınca hergün azar azar zehir verilip öldürülmeliydi.
Ama Osmanlı Devleti en parlak günlerini yaşıyor ve yükseliyordu.
Varsın olsundu. Ya Sultan dinini değiştirirse? Kimse anlamamış mıydı, fetih tamamlandığında üç gün yağmaya izin vermiş, akşamında sözünden dönmüş ve bunu bir güne çevirmiş; Ayasofya'yı cami yapmış, hiçbir Hıristiyan mabetine dokunmama emrini vermişti.

Evet, belliydi. Sultan Hıristiyanlığa içten içe hayrandı.
Gereği yavaş yavaş yerine getirildi ve bir ilkbahar mevsiminde, verilen zehirler son belirtisini de gösterdi. Anadolu seferine hazırlanan Sultan yığıldı kaldı. Gebze'deydi ve yıl 1481'di.

OSMANLI'NIN ŞİFRELERİ
















Dan Brown "Da Vinci Şifresi" adlı bir kitap yazınca rekor satışlara ulaştı. Filimleri, belgeselleri yapıldı. Kitapta şifre olarak gösterilmeye çalışılan bütün objeler zorlamaydı. Yani, aslında Leonardo Da Vinci'nin bu tür şifrelerle uğraşmadığı açıkca belliydi. Ama, yazar ve belgeselciler kendilerini o kadar zorladılar ki, izleyenleri ve okuyanları adeta hipnotize ederek bu şifrelere inandırdılar. Bir başka yazıda sizlere "Bırakın Da Vinci'nin şifresini dalın Dali'nin eşsiz ve de gizemlerle dolu şifreli resimlerine" diyecek bir yazı yazacağım. İşte o yazıda Dali'nin nasıl bir "deli" olduğunu ayrıca şaşırarak tanık olacağız. Ama, bol resim gerektiren bir yazı olduğundan ve resimlerle örnekleyeceğimden şimdilik bunu bir başka tarihe bırakıyorum.
Da Vinci Şifresi adlı kitap piyasaya çıktığında ben de kitabın adına yanılıp aldım, ama okuyamadım. Çünkü umut ettiğim ya da umduğum konuları bulamadım. Fakat, dünyada büyük ilgi uyandıran bu kitap ülkemizde de büyük ilgiyle karşılandı. Zorlama şifreler arayan Dan Bromn'u ben Türkiye'ye davet ediyorum ve Osmanlı'nın şifrelerini aramaya çağırıyorum. Bizim şifre meraklı okurlarımıza da "siz kendi şifrelerinize bakın" diyorum.
İstanbul fethedilmeden önce, Sultan II. Mehmet, Boğaz'ın en dar noktasına bir kale yaptırmak istedi. Ve bu kaleyi Yıldırım Beyazıd'ın yapmış olduğu Anadolu Hisarı'nın karşısına kurdu. Kalenin yapımı çok değişik efsanelere sahiptir. Ancak, bilinen bir şey varsa; böyle bir kalenin dört ay gibi inanılmaz bir zamanda yapılmış olmasıdır. Ve bu kalede olağanüstü güzel düşünülmüş bir şifre açıkca ortada durmaktadır. İsterseniz siz bu şifreye inanmayın ve bunu imza olarak algılayın. Bu şifre "Muhammed" yazısıdır. Ben bu imzayı ya da şifreyi yazımın başında kullanabilmek için çok aradım. Ancak, bulamadım. Evdeki eşsiz kitaplarımdan yararlandım. Yann Arthus-Bertrand adlı ödüllü fotoğraf sanatçısının "Turkey From the Air" adlı kitabından yararlandım. Bu kitaptan Türkiye'nin havadan çekilmiş olağanüstü güzellikteki fotoğrafları var. İşte bu kitapdaki "Rumeli Hisarı" fotoğrafını sizlere sunuyorum. Eğer Osmanlı hat sanatına dikkatle bakarsak Rumeli Hisarı'nın sağ üst köşesinden aşağıya doğru uzantısındaki "Muhammed" yazısıyla aynı olduğunu görürüz. Bu, ya aynı zamanda "Mehmed" adlamına gelen Sultan'ın adının yazılımıdır. Ya da İslâm dininin kurucusu Hz. Muhammed'in adını zikretmektir.
Hangisi olursa olsun ya da ikisi de olsun, bu yapıda açıkca bir şifre vardır.
Bir başka yapı Haliç sırtlarında bize bilgi vermektedir. Mimarı Sinan ustanın yapmış olduğu Süleymaniye Külliyesi'nin camisi de bir şifreyi oraya oturmuştur.
Osmanlı mimarisinin 16. yy şahaserlerinden biri olan Süleymaniye Camisi, dört minarelidir ve on şerefelidir. Mimar Sinan bunu özellikle yapmış hiç bir yere yazmayarak yorumu gelecek kuşaklara aktaracak şifrelere bırakmıştır. Bu camideki on şerefe, caminin banisi Kanuni Sultan Süleyman'ın Osmanlı İmparatorluğu'nun onuncu padişahı olduğunu göstermektedir. Pekiyi ya dört minare? İşte o da bir başka şifrelemedir. Dört minare, Kanuni Sultan Süleyman'ın, İstanbul'daki dördüncü padişah olduğunun işaretidir.
Edirne'ye gittiğinizde yine Mimar Sinan'ın büyük eseri olan Selimiye Camisi'ni mutlaka gezin. Caminin içinde bulunan müezzin mahfilinin bir ayağında ters lâle vardır. Görenler şaşırır. Mimar Sinan ne demek istemiştir.
Söylendiğine göre caminin arsası yaşlı bir kadıncağıza aitmiş. Bu arsaya Sultan Selim'in cami yaptırmak istediği söylendiği halde kadıncağız diretmiş ve arsasını uzun süre vermemiş. Sonunda kadına değerinden çok fazla altın verilmiş kadın bunu kabul etmiş ama yetinmemiş. Bunun üzerine Mimar Sinan "Cami yaşadıkca senin hatıran da yaşayacak" demiş. Kadıncağız kabul etmiş. Cami bitmiş ancak caminin yapımında, lâle bahçeleriyle dolu bahçesini vermek istemeyen ve terslik çıkaran bu kadıncağızın anısına caminin müezzin mahfiline "ters lâle" işlenmiş. Böylece terslik çıkaran kadıncağız bugüne kadar hep anılagelmiş. Şifreyi de çözenler çözmüş.
Şimdilik bu kadar. Eğer sizin elinizde de Osmanlı'nın şifreleri varsa yazıma katkıda bulunabilirsiniz. Çünkü ben bu şifrelere devam edeceğim.

BİZANS'IN İKİ KADINI



1)
Kadıköy'ü gezenler bilir. Çarşı içinde, Beyaz Fırın'ın hemen karşısında küçük bir kilise vardır. Azize Euphemia adına yaptırılmış olan bu Rum Ortodoks kilisesi, yüksek duvarlarla çevrili bir bahçenin içinde gizlenmiş durumdadır. Gözlerden saklanan bu kilisenin adını taşıyan Azize Euphemia'nın başına gelenler bu sessiz kiliseye hiç yakışmamaktadır.
Azize Euphemia Kadıköy'de yaşamıştır. Ancak, Hıristiyanlığı seçtiği için büyük işkencelere uğramıştır.
M.S. 307 yılında bugün Kadıköy dediğimiz semt, Khalkedon diye anılmaktadır. Burada ve bu tarihte pagan inanca sahip olan Romalılar bir festival düzenlemişlerdir. İşte bu festivale Azize Euphemia katılmamıştır. Katılmayınca da tutuklanmış ve dayanılmaz işkencelere uğramıştır.
Azize, önce hapse atılmıştır. Sonra kırbaçlanmıştır. Bu da yetmemiş çarka bağlanmış, ateşe atılmış çıkarılmış, ağır taşların altında bırakılmış, vahşi hayvanların kafesine atılmış, şişlerin sivri uçları vücuduna sokulmuş, altında ateşler yanan ızgaraların üstünde yürütülmüştür. Sonra da vücudu parça parça edilmiştir.
Azize Euphemia'ya bu işkenceler yapılmış mıdır bilinmiyor. Bazı kaynaklarda bu işkenceler anlatılıyor.
Bu işkenceler yapılsın ya da yapılmasın, Azize, Hıristiyan dünyasının bir efsanesi olmuştur. Bu efsane Hıristiyanlığın yayılmasında büyük yarar sağlamıştır. Bizanslılar daha dördüncü yüzyılda böyle bir kadının Romalılar tarafından işkenceyle öldürülmesi efsanesini benimsemişler ve yeni kabul ettikleri Hıristiyanlığın taraftar bulmasında kullanmışlardır.
Daha dördüncü yüzyılda bu Azize adına yapılmış bir kiliseden sözedilir. Ancak, bu kilise 626 yılında Perslerin Kadıköy'ü işgaliyle yağmalanır, tahrip edilir. Bundan sonra Euphemia'nın kemikleri Koşuyolu'ndaki hipodromda yapılan kiliseye taşınır. Adını bu hipodromdaki koşulardan alan Koşuyolun'daki bu yapılardan hiç bir iz yoktur. Ancak, Euphemie'nın kemikleri on dördüncü yüzyıla kadar burada kalmıştır. Bu kilisede de yangın çıkınca, Azize'nin kemikleri Patrikhane'ye taşınır. Kadıköy'deki bina da onarılarak Azize Euphemie adını alır. 11 Nisan 1993 tarihinde de bir ayinle iabadete açılır.
Bizans yeni kabul ettiği bir dinin yaygınlaşması ve taraftar bulması için bu Azize'nin kültünden çok yararlanmıştır. Yani, Bizans dinsel açıdan ayakta kalmasını bu Azize'nin kültüne borçludur.
2)
Bizans'ın ikinci etkili kadını 500 yılında doğmuş Theodora'dır. İmparator I. İustinianos'un eşidir. Ve aynı zamanda İmparator'un danışmanıdır. Siyasetin yönlendiricisidir.
İşte Theodora zamanında ve 532 yılında Maviler ve Yeşiller adlı siyasi gurupların kavgaları Bizans'da Nika Ayaklanmasını başlatmıştır. Ayaklanma gittikçe büyümüş, Büyük Kilise denen Ayasofya bile ateşe verilmiş, ayaklanmanın önü anlınamaz duruma gelmiştir. İmparator'un danışmanları ona kaçmasını öğütlemişler, yoksa canından olacağı söylenmiştir. İmparator da bunu kabul etmiş ve kaçış planlarını yapmıştır. Ancak, bu kaçışa karşı koyan ve İmparator'a Bizans'ın başında kalmasını söyleyen eşi Theodora olmuştur.
Nitekim İustinianos eşini dinlemiş ve Bizans'ın başında kalmış üstelik Theodora'nın emirleri doğrultusunda Belisarios'u bu isyanı bastırmak için görevlendirmiş ve isyanı bastırmıştır.
Theodora haklı çıkmış, isyan bastırılmış ve Bizans ayakta kalmıştır.
Bizans'ın bu tarihini Theodora'nın her yönden yönettiği o kadar bellidir ki, kırk sekiz yaşında kanserden öldükten sonra, İustinianos'un 565 yılında ölümüne kadar hiçbir ciddi yasa çıkartılamamıştır.
Bizans'ın ilk yıllarında Bizans'ın ayakta kalmasında bu iki kadının çok büyük rolleri olmuştur. Biri dini bakımdan, diğeri siyasi bakımdan halk arasında bağlayıcılığı sağlamıştır. Bu da Bizans'ın 1453'e kadar ayakta kalmasını sağlamıştır.
Ne dersiniz Osmanlı Devleti'nin ayakta kalmasını sağlayanlar da kadınlar değil midir? Osmanlı tarihini dikkatle okursak, birçok sorunun padişah anaları tarafından aşıldığı görülür.

BİZANS'IN İSTANBUL'U



Bugün Bizans diye andığımız bir imparatorluk tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Ancak, İstanbul'un ilk adlarından biri olan Byzantion'dan böyle söz edilmişse de bu adın yalnız İstanbul için kullanıldığı, imparatorluğun genel adına takılmadığını biliyoruz.
Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu İ.S.395 yılında ikiye bölünmüştür. Fakat bundan önceki gelişen olaylar Roma İmparatorluğu'nun adım adım ikiye bölüneceğinin haberini de veriyordu. Örneğin, Constantinus'un Hıristiyanlığa verdiği önem ve 313 tarihindeki Milano Fermanı ile bu dine tanınan yasal edinimler Roma'yı rahatsız etmişti. Çünkü onlar hâlâ pagan dinlere inanıyorlardı.
Constantinus ise kendini Doğu'ya çekiyor ve burada yeni bir din, yeni başkent oluşturmaya başlıyordu. Aslında bunun bir diğer nedeni de, Roma İmparatorluğu'nun bulunduğu coğrafi konumu nedeniyle korunaksız olması ve sık sık barbarların saldırısına uğramasıydı. Bu coğrafi konumun riskli durumu aslında daha önce de gündeme gelmiş Diocletianus (285-305) İmparatorluğun başkentinin Doğu'ya taşınmasını önermişti. Onun düşüncesinde İstanbul olmamakla birlikte, Nikomedia, Thessalonike ve Antiokheia yani, İzmit, Selanik, Antakya vardı. Bu bölgeler daha güvenli kabul ediliyordu. Fakat, Constantinus'a kadar bunu gerçekleştiren imparator olmamıştır. Constantinus, Byzantion'u en güvenilir ve doğal korunaklı olarak görmüş ve bu görüşünün ne kadar doğru olduğunu da, Batı'nın barbarlar tarafından yıkılmasından sonra bin yıl ayakta kalmasıyla adeta kanıtlamıştır.
Roma İmparatorluğu, 395 yılında ikiye bölünene kadar İstanbul Roma'nın başkentiydi. Bu sırada İmparator Maximianus (286-305) ile başlayan saltanatlara sırasıyla; Galerius, I. ve II.Constantinus, II.Constantius, Julianus, Jovianus, I. Valentinianus, Valens ve Büyük Theodisius (378-395) gelmişlerdir. Durumu net ve anlaşılır kılmak İstanbul'un tarihini anlamak için Roma'nın başkenti olan İstanbul'un imparatorlarını böylece sıraladıktan sonra, 395 yılında Roma İmparatorluğu'nun resmen ikiye ayrıldığını anımsayalım. Bu tarihten sonra artık bir Batı Roma İmparatorluğu vardır, bir de Doğu Roma İmparatorluğu. 19. Yüzyıl tarihçilerinin Bizans dediği bu Doğu Roma İmparatorluğu'na da 395 tarihinden 1453 tarihine kadar 77 imparator gelmiştir. Bin yılı aşkın çok geniş topraklarda egemenliğini sürdüren Bizans İmparatorluğu, bilindiği gibi 4.Haçlı Seferleri sırasında yaklaşık altmış yıllık bir kesintiye uğramış ve Lâtinler İstanbul'u 1204-1261 tarihlerine kadar ellerinde tutmuşlar ve kenti yakıp, yıkmışlar, yağmalamışlardır. Ancak, 1261 yılından sonra kent yeniden Bizanslıların eline geçmiş, toparlanması ise oldukça zor olmuştur.
Şimdi, içinde yaşadığımız İstanbul kentinin önemini anlamak için ve ona saygı göstermemiz için bir kez daha yineleyelim: İstanbul'un Roma'ya Başkentlik ettiği tarih 286 ile 395 yılları arasındadır, bu dönemde on Roma imparatoru gelmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu'na yani Bizans'a başkentlik ettiği tarih 395 ile 1203 tarihleri arasındadır ki bu döneme de 66 Bizans İmparatoru gelmiştir. 1204 ile 1261 yılları arasında 4.Haçlı Seferi'nin düzenleyicileri olan Lâtinlerin işgaline uğrayan İstanbul'a 5 Latin imparatoru gelmiştir. 1261'den sonra yeniden Bizans'ın eline geçen İstanbul'a 1453 yılına kadar 11 Bizans imparatoru gelmiştir. Sonra da bilindiği gibi Osmanlı'nın eline geçen kent bu imparatorluğa başkentlik etmiş ve bu dönemde de 31 padişah İstanbul'da hüküm sürmüştür. (Hüküm süren son Osmanlı padişah değil, sadece halifedir. II. Abdülmecit Ankara hükümeti tarafından seçilmiştir. 1922-1924 yılları arasında Atatürk'ün bir siyasi hamlesi olarak halife kalmıştır.)
Şu an topraklarını çiğnediğimiz İstanbul kenti 1600 yılı aşkın bir süre üç büyük uygarlığa başkentlik etmiş bir kenttir. Bugün içine düştüğü içler acısı duruma bakıp üzülmemek elde değildir. Fakat ne yazık ki, eğitimden yoksun bir toplum olduğumuzdan ve okuma denen şeyi insan yaşamında en büyük angarya olduğunu kabul ettiğimizden, hiçbir şeyi bildiğimiz yok. Bu yazıyı bile sıkılmadan okuyacak kişilerin iki elin parmak sayılarını geçmeyeceğinden eminim. Ama, konunun başlığında "aşk, sevgi" gibi sözler geçip, içeriği de artık Reşat Nuri'lerin romanlarında kalmış, son örneklerine Ahmet Altan'ın sıradan romanlarında rastladığımız, yarım kalmış eğitim acılarının ve yarım kalmış aşkların ızdıraplı anlatımları olsaydı, bu tür yazı ve edebiyat ürünlerini arayan bir çok okur balıklama yazıya atlar ve hatta "şahane" diye yorumlar da getirirlerdi. Bu yazı elbette onları açmaz. Bu yazı İstanbul'a aşık olanları, kültüre aşık olanları, sanata aşık olanları ilgilendirir. Gerisi de sıkıcı bulup kaçar.
Bu kadar uzun bir girişten sonra gelelim bana bu uzun girişi yaptıran gerçek konuya. Konumuz anlaşıldığı gibi İstanbul'daki Bizans sanatı.
Bizans sanatının İstanbul ayağı hem sanat tarihi açısından hem de döneminde Bizans için önemlidir. Çünkü, İstanbul başkenttir. Bu kentin başkent oluşu, bu kentte oluşturulan sanatın da görkemli olmasını sağlamıştır. İstanbul dışında kalan ve Bizans'ın eyaletleri sayılan topraklarda yaratılmış eserlerde ise aynı görkemi göremeyiz. Ayrıca eyaletlerde dini konuların daha çok işlendiğini de görürüz.
Bizans sanat kalıntılarının günümüze gelmiş bazı örnekleri olmakla birlikte, yok olanların sayısı ne yazık ki daha fazladır. Biz bunları araştırırken kolaylık sağlasın diye; dini ve sivil yapılar olarak ayırısak işimiz kolaylaşır ve öğrenmemiz çabuklaşır.
Dini yapılara örnek verecek olursak, Studios Manastırı (461), Sergios ve Bakkhos Kilisesi (526-530), Ayasofya (532-537), Kalenderhane Camisi, Bodrum Camisi, Lips Manastır Kilisesi, Vefa Kilise Camisi, Pantepoptes Manastır Kilisesi, Zeyrek Kilise Camisi, Fenari İsa Camisi, Fethiye Camisi gibi eserler bugün de ayakta durmakta ve çoğu camiye dönüştürüldüğünden içlerinde ibadet edilmektedir.
Bizans'ın dini yapılarında konularını Hıristiyan dininden alma bir çok mozaik, fresk ve ikonlara rastlarız. Bunların dini yapılardaki yapılışları belli bir düzen içindedir ve kurallara bağlıdır. Dini yapıların mimari biçimleri de kendinden sonra gelen bir çok mimarı etkilemiştir. Örneğin kubbelerin kullanılması, mekanların sütunlarla neflere ayrılması, dışardan gelecek olan ışığın en uygun biçimde içeriye yansıtılması, bazilikal plan tiplerinden başka arayışlara girerek, Yunan hacı denilen plan şekillerinin denenmesi Bizans sanatına yeni açılımlar kazandırmıştır. Bunun yanında kilise mimarisin özü de fresk ve mozaiklerin rastgele olmadığı gibi rastgele değildir. Her yapılanın bir amacı vardır. Örneğin: Kubbe gökyüzünü anımsatır. Bildiğiniz gibi kubbenin kare mekana oturtulması mimarların hiç de kolay bulduğu bir çözüm değildir. Ama, sonunda yuvarlak kubbeden, kare mekana geçişi sağlayan pandantif ve kemerler bulunmuştur. Bizans sanatında bunların da bir anlamı vardır ki, kubbe yani gökyüzü ile yeryüzünü sembolik olarak birbirlerine bağlar.
Sivil yapılardan en ilgi çekicileri sarnıçlardır. Sarnıçlar kentin su gereksinimlerini karşılarken, aynı zamanda sulama işlerini de görürlerdi. Sultan Selim Camisi havuzu, Bugün Vefa stadı olarak kullanılan ve aslında bir sarnıç olan Karagümrük Çukur Bostanı, Bakırköy'deki Fildamı sarnıçları bugün hâlâ görülebilir.
Ayrıca yine din dışı yapılara örnek olarak, Sultan Ahmet Meydanı'na gittğinizde gördüğünüz pembe granitten yapılmış olan tek parça taş, Mısır'dan getirtilmiş olup yaklaşık 3600 yaşındadır. Yani o taşa baktığınızda 3600 yıllık bir tarihe baktığınızı unutmayın ve o taşın neler görüp geçirdiğini bir düşünün. Bu taş 390 yılında İstanbul'a getirilmiş ve dikilmiştir. Dikilmesinin 32 gün sürdüğü aşağıdaki kaidesinde yazılıdır. Yine aynı yerde bir de Yılanlı Sütun gömrürsünüz ki o da 4.yy'dan günümüze armağandır. Aslında üç yılanın taşıdığı bir de altın kazanı olduğu söylenmektedir. Bir başka dikilitaş da onların yanındadır, onun da madeni plakaları günümüze gelmemiştir.
Diğer yandan, Gülhane parkına gittiğinizde Gotlar Sütununu, Beyazıt'ta Çemberlitaş'ı, Yine Beyazıt üniversitenin karşısında kaldırımlarda duran Zafer Takının parçalarını, Fatih'de Kız Taşını, Ceerahpaşa'da Arkadius Sütununu, Haliç'i ve İstanbul'u içine alan surları, Tekfur Sarayı'nı gezip görebilir ve İstanbul'da bin yıl egemenlik sürmüş ve Ortaçağa damgasını vurmuş böyle bir uygarlığı yakından tanımış olur ve ona dost da oluruz.
Bizler İstanbul denen kentin en kötü dönemimde yaşamaktayız. Bu kentin bugünkü durumuna pembe gözlüklerle bakıp "Eskiden de böyleymiş" diyen bazı aydınlara rastlıyorum. Ancak, okuduğum bir çok gezgin anıları, gördüğüm birçok gravür bunu doğrulamıyor. Geçmişinde üç büyük uygarlığa başkentlik etmiş böyle bir kentin bugün geldiği nokta böyle olmamalıydı. "Hangi açıdan" derseniz, bir kez bizler tarihi dokunun yalnızca suriçi bölgesinde korunması gerektiğini bilmeyen insanlarız. Bu nedenle de tarihi suriçini hiçbir korumaya almadan yok ettik. Yetmiyormuş gibi üzerinden bir de tramvay geçirdik. Sonra insanıkızı eğitimedik, insanımız da kendini eğitemedi. İstanbul kentinin önemini hiç kimseye anlatamadık. Düzeltiyoruz, güzelleştiriyoruz diye, restorasyon yapmak işimize gelmediğinden, ne kadar tarihi yapı varsa yıktık geçtik ve Haliç'i kurtardığımızı sandık.
Bilmem hangi ormanda, hangi piknik alanında mangal yapacağımıza; adalara göçmen akımı gibi akacağımıza, erkek erkeğe kahvelerde pişti oynayacağımıza, çıkıp İstanbul'u tanısak; Roma, Bizans, Osmanlı eserleriyle tanışsak daha iyi olmaz mı?
O zaman belki İstanbul'a eziyet etmeye acırız.

İSTANBUL'DA BİR SEMT: EYÜP



İstanbul kenti, hep gizem doludur. Herkesin merak ettiği ve Batı'da her zaman bir "Şark" kenti gibi hayal edilen dünyanın incisidir İstanbul. Nüfusunun aldığı göçlerle büyük bir hızla arttığı ve bu nedenle de coğrafi sınırlarının da ha bire genişlediği kocaman bir kent.
Bakmayın siz onun onca yıpratıldığına. O bizim gibi gerçek İstanbul sevdalılarının gözünde, ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, ne kadar bozulursa bozulsun gözümüzde ve gönlümüzde değişmeyen sevgilimiz gibidir: Hiç değişmez.

Daha önceki yazılarımda da sizlere belirtmiştim, benim için İstanbul demek tarihi Suriçi'nde kalan İstanbul ve Boğaziçi kıyılarındaki şirin yerleşimlerdir. Ben gerçek İstanbul'u hep buralarda aradığımdan, gerisini hiç umursamıyorum bile. Bakırköy, Kadıköy, Kartal, Pendik... betonlaşıyormuş. Betonlaşacak tabi. Yoksa bu kadar göçü nereye yerleştireceğiz? Allah korusun ya göçlerin tamamı Suriçi bölgesine yapılsa daha mı iyi olurdu?
Onun için, elden geldiğince Suriçi tarihi İstanbul'unu ne olur koruyalım. Ve bu sözcükler laf olsun diye de yazılmamaktadır. İstanbul'un çekirdeğini oluşturan Suriçi bölgede neredeyse iki bin beş yüz yılın geçmişi yatmaktadır. Canımız sıkıldığında, eski İstanbul'u koklamayı özlediğimizde, alırız elimize fotoğraf makinamızı, dalarız Haliç'in kıyılarına. Fener, Balat, Ayvansaray'ı karış karış gezeriz. Ara sokaklara dalarız. Nice eski sokaklarda, nice eski yapılarla karşılaşırız. Dönemlerinin mimari ve sanatsal her türlü özelliğini bizlere sunan nice yapılar.
Ya insanları? Kökleri yüzyıllar öncesi dışardan gelen mahalle sakinleri hâlâ İstanbul'un kültüründen yararlanamamış ve hâlâ kendilerini geldikleri topraklarda sanan çoğunluğu yoksul ya da orta sınıf insanlar. Yaşam tarzları, yürüyüşleri, konuşmaları, eğlence kültürleri kendilerine özgü insanlar. Suriçi İstanbul'unun insanları bugün bile, sur dışında kalan insanlardan çok farklıdır.
Tüm bu coğrafyanın içinde, tarihte sur dışında kalan, ama, tarihi ve mistik İstanbul'u en güzel anlatan bir başka semt vardır: Eyüp.
Ne yazık ki son yıllarda Eyüp alabildiğince bozuldu. Önünden, sağından, solundan, üstünden bir sürü yeni yollar açıldı. Bu yollar açıldıkça da ne yazık ki Eyüp semtinin tarihi dokusu yok edildi. Oysa, Eyüp semti, çok uzun yıllara dayanan dini önemiyle başlı başına büyük bir turizm merkezi yapılabilirdi. Bugün yalnızca adı kalan "Oyuncakcılar Çarşısı" bile o semti zengin etmeye yeterdi.
Eyüp semtine çeşitli yollardan gidebilirsiniz. Karayolu dışında eğer karşıyakadan(Pera'dan değil) Kadıköy ya da Üsküdar'dan Eyüp'e gidecekseniz, mutlaka Üsküdar'dan kalkan İDO'nun motorlarına binin. Üsküdar'ın o güzelim tarihi camileri, abidevi çeşmesi ve bugün Üsküdar-Kabataş iskelesi olan o güzelim küçücük iskelesi sizi el sallayarak uğurlarken, motorunuz usul usul Karaköy iskelesine doğru yol alır. Şemsi Paşa Camisi'ni biraz geçince karşınıza Kız Kulesi çıkar. Nice efsaneye neden olmuş Kız Kulesi'nin bugünki kullanım amacını sakın öğrenmeyin, zevkiniz kaçmasın. Siz biraz ilerde Boğaziçi'ne bir gemi gibi dalan tarihi yarımadaya bakın. Orada ve o burunda yüzünü Doğu'ya çevirmiş ve o ünlü sözünü edermişcesine Mustafa Kemal Atatürk'ün dikilen ilk heykelini göreceksiniz. Ne diyor büyük önder: "Doğu'da emperyalistlerin sömürgesi kalmış ülkelerin kurtulacaklarını ve doğudan parlayan bir güneş gibi doğacaklarını hissediyorum"
Biraz arkada Topkapı Sarayı'nı göreceksiniz. İstanbul'a ilk kez gelenler ya da İstanbul'da olup da Topkapı Saray'ını görmeyenler (ve onu Topkapı'da sanıp Allahtan düzeltmenler tarafından farkına varılıp önemli bir kişinin danışmanlığını yapan muhteremin cahilliğini kitap -hâlâ- basılmadan örttüler) sanırlar ki devasa bir saray göreceğiz. Süslü, oymalı, şatafatlı... "İşte Topkapı Sarayı" denildiğinde ise o ilk görenler şaşkınlığa düşer. Çünkü Sarayburnu üzerinde duran ve yeşillikler arasında kendini gizleyen diğer saraylara oranla "gecekondu" gibi duran şey yüzyıllarca Osmanlı Padişahlarına ev sahipliği yapmış yerdir.
Motorunuz Karaköy İskelesi'ne yanaşırken arkanızda ve karşı kıyıda Sepetçiler Kasrı'nı görürsünüz. Genişaçıda baktığınızda, Ayasofya'nın dünyaca ünlü kubbesini, onun arkasında dünyada yedi minareli camiden sonra gelen altı minareli Sultanahmet Camisi'ni görebilirsiniz. İkisi arasında kalan kubbe ise Aya İrini kilisesidir. Bakış açınıza göre sağa gözlerinizi kaydırdığınızda Yeni Cami ve yukarıda Beyazıt Kulesi'ni görebilirsiniz.
Motorunuz köprü altından geçtiğinde artık Haliç'tesinizdir. Eminönü, Kasımpaşa, Fener, Balat, Ayvansaray, Sütlüce semtlerinden adını alan sağlı sollu küçücük, şirin iskelelere uğradıktan sonra son iskele Eyüp'tür. Eyüp iskelesinde indiğinizde karşı tepelerde Piyer Loti'yi görebilirsiniz. İskeleden karşıya geçtiğinizde tarihi Eyüp semtine "hoşgeldiniz" demektir.
Eyüp semti, adını Ebu Eyyûb Ensari'den almaktadır. Zaten, küçük motordan Eyüp'e indiğinizde mistik bir dokuyla karşı karşıya kaldığınızı anlayacaksınız.
Ebu Eyyûb Ensari, İslâm dininin Peygamberi Hazret-i Muhammed'in sancaktarı olmakla birlikte yakın arkadaşıdır da. İstanbul, Bizanslıların elindeyken, çok kez kuşatılmıştır ancak muazzam surlar ve doğal korunak Haliç nedeniyle ele geçirelememiştir. İşte, Ebu Eyyûb Ensari de bu kuşatmalardan birine katılmış kişidir. 674-78 yılları arasında İstanbul önlerine gelen Arap ordularının saflarında savaşırken şehit edilmiştir. (Burada şehit sözcüğünü biraz irdelemek gerekiyor. Çünkü Bizans İmparatorluğu kendi sınırları içinde otururken, Arap ordusunun kuşatmasına ve tacizine uğramıştır. Her saldırıya uğrayan canlı gibi Bizans da kendisini korumak zorunda kalmıştır. Bu sıra Eyyûb öldürülmüştür. Savaşta şehitlik vatanınızı korurken ölmenizdir. Ama burada vatanınızı korumak söz konusu değildir. Tam tersi, bir başkasının vatanına saldırırken ölmüştür. O halde Ebu Eyyûb Ensari'nin şehitliği söz konu değildir.)
Arap orduları 674-78 yılları arasında geldikleri bu topraklarda başarı sağlayamayınca kuşatmayı kaldırmışlardır. Ancak, Peygamberlerinin arkadaşı ve sancaktarı olan Ebu Eyyûb Ensari'yi bu topraklara gömmüşler ve Bizans ileri gelenleriyle bir anlaşma yaparak bu kişinin önemini anlatmışlar, mezarının korunmasını istemişlerdir. Nitekim, Bizanlılar da bu isteğe uymuşlar ve İstanbul, Sultan II. Mehmet tarafından alınıncaya kadar bu mezarı ortadan kaldırmamışlar, onu korumuşlardır.
Ancak, II. Mehmet İstanbul'u aldıktan sonra çeşitli efsaneler yaratılmış ve Ebu Eyyûb Ensari'nin mezarının, II. Mehmet'in hocalarından Akşemseddin tarafından bulunduğu söylenmiştir. Söylentiye göre Akşemseddin mezarın yerini rüyasında görmüş ve burayı kazdırdığında Ebu Eyyûb Ensari'nin bozulmamış cesedini bulmuştur.
İşte, bugün Eyüp dediğimiz semte adını veren kişi budur.
Fakat, her zaman sur dışında kalsa da Eyüp semti İslâm alemi için kutsal sayılmıştır. Yerli ve yabancı her turistin mutlaka görmek istediği bu semte İstanbul halkı da çok çeşitli nedenlerden dolayı gelmektedir. Hacca gitmeden önce hacı adaylarının önce Eyüp Sultan türbesini gezmesi ve dua etmesi, sonra Konya'da bulunan Mevlâna türbesini ziyaret etmesi alışkanlık olmuştur. Yeni evlenen çiftlerin de "Telli Baba"dan çok daha fazla Eyüp Sultan türbesini ziyaret ettiği görülmektedir. Sünnet edilecek çocukların da burayı ziyaretleri kaçınılmazdır. Sonra, her hangi bir konuda zor duruma düşen, hastalanan, ruhsal bunalıma düşen insanlar da bu türbeyi ziyaret edip, şifa elde etmeye ve ruhlarını dinlendirmeye çalıştıkları olmaktadır.
Eyüp semtinde bulunan tarihi mezar taşları da çok önemlidir. Hemen hepsi birer tarihi belge ve yazı sanatının şahaserleri olan bu mezarları da ziyaret etmek estetik görüşümüzü zenginleştirecektir. Üstelik, Osmanlı toplumunun ileri gelenlerinin, bu dünyada da öbür dünyada da mekâna verdikleri önem ortaya çıkacaktır. Çünkü, sonradan değiştirilmesine rağmen, bu mezarların çoğu küçük konutlar biçimindeydi.
Bir zamanlar bir de oyuncakçıları vardı Eyüb'ün. Artık hiç biri yok. Oraya gittiğinizde göreceksiniz, ışıklı bir tak yapılmış üzerinde de "Oyuncakcılar Çarşısı" yazıyor. Ama, oyuncaklar yok. El yapısı, ahşap ya da toprak oyuncakları orta yaşlı İstanbul sevdalıları anımsamaz mı? Ahşaptan, tek tekerlekli elarabası, pişmiş topraktan yapılmış küçük darbuka ya da yine pişmiş topraktan yapılmış düdüklü testiler... Kız çocuklarına el yapımı bebekler.
Bir de Eyüp Sultan Camisi'nin karşısında tarihi paça çorbacıları vardı. Artık onlar da yok. Hepsi ya pastane, ya dönerci, ya dondurmacı ya da bilmem ne burgerci olmuşlar. İstanbul yalnız oyuncaklarını, görüntüsünü, tarihi dokusunu yitirmiyor; ağız tadını da yitiriyor. Bunları da bir başka yazıda anlatırız.
Eyüp semti pek fazla zengin olmayan ama pek fazla da yoksul olmayan insanların oturduğu şirin bir yer. Ancak, İstanbul'un bir çok semtine göç eden diğer insanlar gibi, geldikleri yerlerin yaşam tarzlarından kurtulamamışlar. Bir de semtin mistik havasından etkilenmiş olacaklar ki, yirmi birinci yüzyılda hâlâ çeşitli tarikatların şemsiyesi altında çarşafla, tesettürle dolaşan, ezik kadınların yanında; çember sakallarıyla, ayaklarında bol pantolon ya da şalvarlarıyla, cübbeleriyle, ellerinde tesbihleriyle ve başlarında takkeleriyle dolaşan erkekler semti doldurmuş. Kadınların ürkek ve çekingen bazen de çarşaf ya da tesettür altından "şuh" bakışlarının ve gülüşlerinin yansıdığı semtte, az önce giyimlerini tarif ettiğim erkeklerin hemen hepsinde "nefretli" bir "kara" bakış var.
Hazır bu semte gelmişken isterseniz taksiyle arka yoldan, isterseniz mezarlıkların yanından dik ve uzun merdivenlerden, isterseniz yeni yapılan teleferikle Piyer Loti kahvesine de mutlaka uğrayın. 1980'li yıllarda temizlenmeye başlanan, fakat bugün bile yer yer hoş olamayan kokuların salındığı Haliç'i ve İstanbul'u belki de bir çay molası kadarcık, bir de buradan izleyin.
Eyüp'den dönerken İstanbul üzerine anılarınızda anlatacak mutlaka çok şey kalacaktır. Artık bir yaz gününün alacakaranlığıdır. Az sonra İstanbul karanlığa gömülecektir. Eyüp Camisi'nin ışıkları ortalığı aydınlatırken, meydanda bulunan havuzun fıskıyelerinden göğe fışkıran sular, ışıkla dansını sürdürecektir. Gündüz vakti yem attığınız Eyüp'ün güvercinleri yavaş yavaş yuvalarına dönmeye başlamışlardır.
Yalnız bu semtten ayrılırken, bu semtin önemine önem kapan ve Eyüplü olarak bilenen bir çok yazar, çizer, besteci, müzisyen, bilimadamı olduğunu unutmayalım. İstanbul'un bu tarihi semti bu bakımdan da çok zengindir.
Tıpkı tarihi zenginliği olduğu gibi.

LÂLE DEVRİNİN GÜLLERİ VE DİKENLERİ



II. Mustafa, Edirne'de oturup, av ve eğlence ile uğraşırken, onun hocası olan, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi bütün oğullarını ve akrabalarını yüksek makamlara kaydırıyordu. Bu durum gerçek softaları kızdırıyordu. Çünkü, gerçekten yüksek makamlara gelmesi gereken insanlar varken, hiçbir "liyakatı" olmayan insanlar, yalnız Şeyhülislâm Feyzullah Efendinin oğlu ya da akrabası diye bu makamlara getiriliyordu. Bu durum, Osmanlı'nın yapısını bozuyor, otoritesini sarsıyordu. Sonunda, sofuların da kışkırtmasıyla Yeniçeriler İstanbul'da ayaklandı ve Edirne'ye doğru yürüyüşe geçtiler. Padişah II. Mustafa, Şeyhülislâm Feyzullah Efendiyi derhal görevden aldı. Yeniçerilerin isteği üzerine onların ağası olan Çalık Ahmet Paşayı da Sadrazamlığa getirdi. Ancak, yine de Yeniçeriler sakinleşmedi. II. Mustafa tahttan çekildiğini açıkladı. Kardeşi III. Ahmet'i yanına çağırdı ve Padişahlığı ona devrettiğini söyledi.
Bu sırada II. Mustafa'nın hocası ve Osmanlı'nın Şeyhülislâmı olan Feyzullah Efendi ve oğlu, Edirne'den gizlice kaçmak için harekete geçtiler. Ancak, fazla uzaklaşamadan her ikisi de yolda yakalandılar. Osmanlı İmparatorluğu'nda "İlmiye sınıfı" adı verilen sınıfta kabul edilen biliminsanlarına idam cezası uygulanamazdı. Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, ilmiye sınıfında olduğundan idamı mümkün değildi. Bunun üzerine düzmece bir kararla Şeyhülislâm efendi ilmiye sınıfından çıkarıldı. Baba oğul çırılçıplak soyuldu. Günlerce işkenceyle sorgulandılar. Bu sorgulanmanın nedeni onların çok malvarlığına sahip oldukları kuşkusuydu. Baba oğul üç gün işkence gördükten sonra halkın karşısına çıkarıldı. Suçları halka duyuruldu: "Din ve devlet düşmanı müftü". Halk isyana geldi ve Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ile oğlu oracıkta linç edildi. Her ikisinin de ayaklarına ve sakallarına ipler bağlandı. Bu ipleri Hıristiyanların çektiği arabanın arkasına bağladılar. Sürüklediler. Cesetler paramparça oldu. Her ikisinin de kafaları kesildi, mızraklara geçirildi, böylece halka gösterildi.
Kardeşi II. Mustafa'nın Padişahlığı bıraktığı III. Ahmet, olanları hayret ve endişeyle izliyordu. Nitekim, bu olaydan birgün sonra İstanbul'a döndü. 16 Eylül'de Eyüp Sultan'da Hz. Muhammed'in kılıcını kuşandı. Edirne Kapı'dan içeriye girerken, büyük bir halk kalabalığı onu coşkuyla karşıladı. O, Topkapı Sarayı'na doğru gitti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmiüçüncü Padişahı göreve başlamış bulunuyordu. Fazla değil. Dört ay sonra da Padişahlığı devraldığı kardeşi II. Mustafa'nın öldüğü haberini aldı.
III. Ahmet (1673-1736) dönemi Osmanlı İmparatorluğu tarihi sürecinde önemlidir. Bu süreci önemli kılan, olaylardan çok kişilerdir. İsterseniz önce bu kişileri alt alta bir sıraya sokalım ve sonra ayrıntılara girelim.
1- Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmiüçüncü Padişahı III Ahmet.
2- Osmanlı İmparatorluğu'nun ve III. Ahmet'in Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa.
3- Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa'daki elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi.
4- Osmanlı'da bir dönme olan Kalvinist Mezhebi'nden İbrahim Müteferrika.
5- Osmanlı'nın en öenmli nakkaşlarından, "Levnî" lâkaplı Abdülcelil Çelebi.
6- Osmanlı Divan Şiiri sanatının en büyük ismi Nedim.
7- Arnavut gemici ve sonranın İstanbul'da bulunan başıboş Arnavutların başı Patrona Halil.
İşte yukarıdaki bu şahsiyetler Osmanlı'nın yirmiyedi yıllık tarihinde önemli gelişmelere neden olmuşlardır.
III. Ahmet devrinin belki de en önemli siyasal tavrı İsveç Kralı 12. Şarl (Demirbaş Şarl)'ın Poltova'da Ruslara yenilip Osmanlıya sığınması ile ortaya çıkar. Bu sığınmanın ardından Rusya Osmanlı'dan 12. Şarl'ı ister. Osmanlı bu isteği redder ve üstelik Rusya'ya savaş açar. Osmanlı'nın, kendisine sığınmış bir yabancı Kral için böylesine bir savaşa girişmesi gerçekten ilgi çekicidir. Bu olay bile, Osmanlı'nın dünyada nasıl bir otoriteyi ve güveni temsil ettiğinin göstergesidir. Bu savaşın sonunda Osmanlı galip gelir. Çar'ın barış istemesi üzerine de 1711 yılında Prut Anlaşması imzalanır. Bu imzadan üç yıl sonra yani 1714 yılında ise İsveç Kralı Demirbaş 12. Şarl, ülkesine döner.
Osmanlı, bu tarihten sonra barış içinde yaşamayı kendisine ilke edinir.
Bu sırada Fransa'da elçi olarak bulunan Yirmisekiz Mehmet Çelebi ülkesine geri döner. Fransa'da yaşadığı yılları ve oradaki gelişmeleri Padişaha ve Sadrazama uzun uzun anlatır. Bu anlatım III. Ahmet'in dikkatini çeker. Fransa'daki büyük gelişmenin Osmanlı toprakları üzerinde de uygulanması düşüncesi ufkunda doğar. Bunu Sadrazamı İbrahim Paşa'ya da anlatır.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Macaristan'da doğmuş ve Kalvinist Mezhebine bağlı eski bir köle olan İbrahim Müteferrika Sadrazamın karşısına çıkagelir. Bu İbrahim Müteferrika ki, 1692 yılında Osmanlı'ya esir düşmüş ve esir pazarında satılmıştır. Fakat, onu esir pazarından alan kişi türlü eziyetlerde bulunmuştur. Bunun üzerine Müslümanlığı kabul eden İbrahim, bağlandığı dergâhından dolayı da Müteferrika lâkabını almıştır.
İbrahim Müteferrika, Sadrazamı ikna edebilmek için uzun uzun matbaayı anlatmıştır. Sadrazam, matbaa denilen aleti Fransa'dan yeni dönmüş olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi'den de zaten duymuştu. Fakat, ortada bir soru vardı: Bu matbaa denen şey şeriata uygun muydu? Bunun sorulması gereken yer elbette Şeyhülislâmlık makamıydı. Oysa, bu soru Şeyhülislâmlığa sorulmadan önce halk arasına yayılmıştı bile. Matbaaya "Gavur icadı" diyenlerin başında, geçimini el yazması kitaplar yazarak sürdüren hattatlar geliyordu. Fakat, Sadrazam yine de Şeyhülislâma danıştı. Şeyhülislâmdan o dönem için akıllıca ve mantıklıca yanıt geldi: "Efendimiz, dini kitapların basılmaması koşulu ile matbaada kitap basılması şeriata uygun düşer."
Sadrazam İbrahim Paşa, İbrahim Müteferrika'yı yanına çağırır. Şeyhülislâmın fetvasını kendisine bildirir. Böylece matbaayı kurma iznini almış olan İbrahim Müteferrika, sevinç içinde Sadrazamın yanından çıkarken, Sadrazamın seslendiğini duyar. İbrahim Müteferrika, büyük bir saygı ve endişeyle Sadrazamın yanına sokulur. Sadrazam ona sorar:
"Bu matbaa dediğin şey kaç altına çıkar İbrahim Efendi?"
"Tam olarak tahmin edemiyorum Efendimiz" diye yanıt verir Müteferrika.
Sadrazam, ufak dolabının kapağını açar ve bir kese altını İbrahim Müteferrika'ya uzatır. "Al" der "bu parayla kurarsın matbaanı"
İbrahim Müteferrika şaşırmıştır. Altın kesesini alır koynuna koyar. Hemen matbaayı kurma işlemine başlar ve evini matbaaya çevirir. Dini kitap basmamak koşulu ile de yayın hayatına başlar. Böylece, Osmanlı'da ilk matbaa kurulmuş, ilk kitap basılmış olur.
Bu sırada İstanbul olağanüstü bir Batılılaşma dönemine girer. Bunda, Fransa elçiliği yapıp ülkesine dönen Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin gördükleri elbette etkiliydi. Ancak, III. Ahmet'in ve Sadrazam İbrahim Paşa'nın ilerici düşünceleri de etkiliydi. Batılılaşma çok kısa zamanda bütün İstanbul'u sarmıştı. İstanbul, yeniden biçimleniyordu. Çağdaş binaların yanında, bunları tamamlayan Batı tarzı bahçeler İstanbul'u biçimlendiriyordu. İstanbul'un her yanı lâle çiçekleriyle bezenir olmuştu. Lâle soğanına olan ilgi o kadar artmıştı ki, alım ve satımına sınır getirilmek zorunda kalınmıştı. Bir de sokak çeşmeleri yapılmaya başlanmıştı ki, o çeşmeler o gün de bugün de birer anıtsal eser olarak İstanbul'u süslemiştir, süslemektedir.
Elbette, şekilsel Batılılaşma düşünsel Batılılaşmayı da beraberinde getirecektir. Bu aşamada Divan şiirinin büyük ustası Nedim'in bu dönemde ortaya çıkması elbette rastlantı değildir. Divan şiirinin en güzel eserlerini veren Nedim, böyle bir hoşgörü ortamından doğmuştur. Savaşsız Osmanlı yıllarından doğup, bugün bile büyük bir zevkle okuduğumuz şiirlerini yazmıştır. Bu şiirlerinden bazıları şarkı sözü olarak kullanılagelmiştir.
Gelin şimdi Nedim'i çok bilinen bir iki şiiri ile analım:
Kaside:
Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl ü behâdur
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Gazel:
Çünkü bülbülsün gönül bir gül-sitan lâzım sana
Çünki dil koymuşlar adın dil-sitan lâzım sana
....
Tahammül mülkünü yıktın Hülâgü Han mısın kâfir
Aman dünyâyı yaktın âteş-i sûzan mısın kâfir
Kız oğlan nâzın nâzın şeh-levend âvâzı âvâzın
Belâsın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kâfir
Şarkı:
Sevdiğim cânâ yolunda hâke yeksân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Ey benim ışkında bülbül gibi nâlân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurban olduğum.
III. Ahmet döneminin son on iki yılı sanata, sevgiye, güzelliklere saygı ile geçmiştir. Yine bu dönemde ve tabi ki bu ortamın içinde "Levni" lâkaplı bir büyük nakkaş ustası çıkmıştır. Günlük yaşam içindeki figürleri olağanüstü bir incelikte, kıvraklıkta ve estetikte ortaya koymuştur. Renklerdeki ve figürlerdeki oynamalarla perspektif verilmeye çalışılmıştır. Çok önemli bir eseri olan ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Surnâme-i Vehbi bir minyatür okulu gibidir. Figürlerdeki canlılık, dönemin giysileri, dönemin eğlence kültürü ve dönemin esnaf kuruluşları hakkında bizlere birer fotoğraf gibi sunulan bu eser, elbette "Lâle Devri"nin de özgürlüğünü bizlere sunmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli Padişahlarından olan III. Ahmet devri, Osmanlı'nın Avrupalı'laşmadaki ilk izlenimlerini bizlere sunması bakımından önemlidir. Gerçekten de yakın tarihimizde Ahmet Refik (1881-1937) tarafından "Lâle Devri" adı takılan bu dönem hep kuşkuyla karşılanmıştır. Bugün bile biraz rahatlık, huzur, zenginlik ve vurdumduymazlık içinde yaşayan kimseleri ya da kuruluşları gördüğümüzde, o devri küçük görmemiz açısından "Lâle Devrini yaşıyor" diye yakıştırma yaparız. Oysa, gerçekten Lâle Devri, Osmanlı için bir şanstı. Batılılaşmak için şanstı, çağdaşlaşmak için şanstı.
Ama, her güzel şeyin bu topraklarda bir sonu vardır.
Buraya kadar sizlere Lâle Devri'nin "Gülleri"ni anlatmaya çalıştım. Bir de bu devrin "Dikenleri" vardı. O bir Arnavut'tu.
Osmanlı tarihinde Lâle Devri'ni yıkan yobaz Patrona Halil'dir. Her devirde olduğu gibi o devirde de yobaz yeniliğe, güzelliğe, aşka, sevgiye nefret duyan insandır. Halil de bu yobazlardan biridir. Aslında Arnavuttur ve savaş gemilerinde "leventlik" yapmıştır. Gemideki kıdeminden dolayı kendisine "Patrona" denmiştir. Ancak, bir zaman sonra gemiciliği bırakmış ve İstanbul'a gelmiştir. Burada ne kadar başıboş-serseri Arnavut varsa kendi başkanlığı altında bir örgütte toplamıştır. Osmanlı'nın Lâle Devri'nde açan "güllerine" karşı bu yobaz "Şeriat isteriz" diye büyük bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma sırasında Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, isyancılar tarafından parçalandı. Vücudunun parçaları sonradan gizlice toplatıldı ve Şehzade Cami'sinin yanında yaptırmış olduğu sebilin yanına gömüldü. Batılılaşma yandaşı ve çağdaş görüşlü Osmanlı Padişah'ı III. Ahmet tahttan indirildi. 1736 yılında ise öldü. Böylece, Edirne Vakası ile Padişahlığa gelen III. Ahmet, Patrona Halil Ayaklanması ile Padişahlıktan gitti.
İbrahim Müteferrika'nın kurmuş olduğu matbaa basıldı. Bütün eserler yakıldı. Makine tahrip edildi. Böylece uygarlığa atılan bir adım ertelenmiş oldu.
III. Ahmet döneminin yetiştirdiği büyük Divan şairi Nedim ise bu ayaklanmada öldü. Ölümü hakkında söylenen tek şey var. O da, Nedim bu isyan sırasında Saray'dan kaçmak için dama çıkmış. Damdan dama atlayıp kaçarken, dengesini yitirip yere düşmüş ve oracıkda ölmüş.
Levnî, bu isyan sırasında Saray'da olmadığından canını kurtarmış. Bu büyük nakkaş ustasının da 1732 ya da 1733 yılında öldüğü yazılıyor.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Osmanlı'nın Fransa elçisi, bu dönemin değişmesinde büyük katkıları olmuştur. O da 1732 yılında ölmüştür.
İstanbul'da ilk matbaayı kurup ilk kitabı basan İbrahim Müteferrika bu dönemi yaşayanların içinde en uzun ömürlü olanıdır. O, 1745 yılında ve 71 yaşında ölmüştür. III. Ahmet'ten sonra Padişahlığa gelen I. Mahmut'tan kendi adına ve kendinin yazdığı ve çevirdiği kitapları basma iznini almıştır. Aydınlanmaya bir adım için canını ve malını ortaya koyan İbrahim Müteferrika'yı bugün nasıl sevgi ve saygıyla anmayız?
Ya Lâle Devri'nin dikeni olan yobaz Patrona Halil'e ne oldu?
Bütün istediklerini elde ettikten sonra da serserilik yapmaya devam etti. Osmanlı buna göz yumamazdı. Osmanlı için "Devletin bekâsı" herşeyden üstündü. Bu nedenle de Padişah I. Mahmut, Patrona Halil ve bütün serseri arkadaşlarını bir hille ile Saray'a davet etti. Büyük sevinçle Saray'a gelen serseri takımını I. Mahmut yakalattı ve hepsini öldürttü.
Her zaman yazıyorum ve soruyorum: Tarihte olmasaydı nasıl olurdu? diye bir soru olmaz. Ancak, ben, beni okuyanlara hep aynanın arkasını da düşünmelerini rica ediyorum. Çünkü, bu şekilde hem daha tarafsız olabiliyoruz. Hem de tarih dediğimiz bilim dalı çok daha eğlenceli bir duruma geliyor. Üstelik dedektiflik de yapmış oluyoruz.
Şimdi gelin düşünelim: Patrona Halil İsyanı olmasaydı ve Osmanlı'nın Batılılaşma, Avrupalılaşma serüveni sürseydi. Matbaaya daha geniş alanlarda izin verilseydi, yüzlerce kitap basılsaydı, Osmanlı geç yakaladığı Rönesans'ını sürdürseydi... Tarih nasıl bir yol alırdı? Osmanlı'nın sonu yine aynı mı olurdu? Mustafa Kemal'e gereksinim kalır mıydı?
Bir de bunları düşünelim.
Dedim ya, tarih aslında çok zevkli, heyecanlı ve düşüncelerimizi genişleten bir bilim dalı. Tarihi yalnız "Geçmişte olanlar" olarak değerlendirmeyelim.

LÂLE DEVRİNİN GÜLLERİ VE DİKENLERİ

II. Mustafa, Edirne'de oturup, av ve eğlence ile uğraşırken, onun hocası olan, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi bütün oğullarını ve akrabalarını yüksek makamlara kaydırıyordu. Bu durum gerçek softaları kızdırıyordu. Çünkü, gerçekten yüksek makamlara gelmesi gereken insanlar varken, hiçbir "liyakatı" olmayan insanlar, yalnız Şeyhülislâm Feyzullah Efendinin oğlu ya da akrabası diye bu makamlara getiriliyordu. Bu durum, Osmanlı'nın yapısını bozuyor, otoritesini sarsıyordu. Sonunda, sofuların da kışkırtmasıyla Yeniçeriler İstanbul'da ayaklandı ve Edirne'ye doğru yürüyüşe geçtiler. Padişah II. Mustafa, Şeyhülislâm Feyzullah Efendiyi derhal görevden aldı. Yeniçerilerin isteği üzerine onların ağası olan Çalık Ahmet Paşayı da Sadrazamlığa getirdi. Ancak, yine de Yeniçeriler sakinleşmedi. II. Mustafa tahttan çekildiğini açıkladı. Kardeşi III. Ahmet'i yanına çağırdı ve Padişahlığı ona devrettiğini söyledi.
Bu sırada II. Mustafa'nın hocası ve Osmanlı'nın Şeyhülislâmı olan Feyzullah Efendi ve oğlu, Edirne'den gizlice kaçmak için harekete geçtiler. Ancak, fazla uzaklaşamadan her ikisi de yolda yakalandılar. Osmanlı İmparatorluğu'nda "İlmiye sınıfı" adı verilen sınıfta kabul edilen biliminsanlarına idam cezası uygulanamazdı. Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, ilmiye sınıfında olduğundan idamı mümkün değildi. Bunun üzerine düzmece bir kararla Şeyhülislâm efendi ilmiye sınıfından çıkarıldı. Baba oğul çırılçıplak soyuldu. Günlerce işkenceyle sorgulandılar. Bu sorgulanmanın nedeni onların çok malvarlığına sahip oldukları kuşkusuydu. Baba oğul üç gün işkence gördükten sonra halkın karşısına çıkarıldı. Suçları halka duyuruldu: "Din ve devlet düşmanı müftü". Halk isyana geldi ve Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ile oğlu oracıkta linç edildi. Her ikisinin de ayaklarına ve sakallarına ipler bağlandı. Bu ipleri Hıristiyanların çektiği arabanın arkasına bağladılar. Sürüklediler. Cesetler paramparça oldu. Her ikisinin de kafaları kesildi, mızraklara geçirildi, böylece halka gösterildi.
Kardeşi II. Mustafa'nın Padişahlığı bıraktığı III. Ahmet, olanları hayret ve endişeyle izliyordu. Nitekim, bu olaydan birgün sonra İstanbul'a döndü. 16 Eylül'de Eyüp Sultan'da Hz. Muhammed'in kılıcını kuşandı. Edirne Kapı'dan içeriye girerken, büyük bir halk kalabalığı onu coşkuyla karşıladı. O, Topkapı Sarayı'na doğru gitti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmiüçüncü Padişahı göreve başlamış bulunuyordu. Fazla değil. Dört ay sonra da Padişahlığı devraldığı kardeşi II. Mustafa'nın öldüğü haberini aldı.
III. Ahmet (1673-1736) dönemi Osmanlı İmparatorluğu tarihi sürecinde önemlidir. Bu süreci önemli kılan, olaylardan çok kişilerdir. İsterseniz önce bu kişileri alt alta bir sıraya sokalım ve sonra ayrıntılara girelim.
1- Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmiüçüncü Padişahı III Ahmet.
2- Osmanlı İmparatorluğu'nun ve III. Ahmet'in Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa.
3- Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa'daki elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi.
4- Osmanlı'da bir dönme olan Kalvinist Mezhebi'nden İbrahim Müteferrika.
5- Osmanlı'nın en öenmli nakkaşlarından, "Levnî" lâkaplı Abdülcelil Çelebi.
6- Osmanlı Divan Şiiri sanatının en büyük ismi Nedim.
7- Arnavut gemici ve sonranın İstanbul'da bulunan başıboş Arnavutların başı Patrona Halil.
İşte yukarıdaki bu şahsiyetler Osmanlı'nın yirmiyedi yıllık tarihinde önemli gelişmelere neden olmuşlardır.
III. Ahmet devrinin belki de en önemli siyasal tavrı İsveç Kralı 12. Şarl (Demirbaş Şarl)'ın Poltova'da Ruslara yenilip Osmanlıya sığınması ile ortaya çıkar. Bu sığınmanın ardından Rusya Osmanlı'dan 12. Şarl'ı ister. Osmanlı bu isteği redder ve üstelik Rusya'ya savaş açar. Osmanlı'nın, kendisine sığınmış bir yabancı Kral için böylesine bir savaşa girişmesi gerçekten ilgi çekicidir. Bu olay bile, Osmanlı'nın dünyada nasıl bir otoriteyi ve güveni temsil ettiğinin göstergesidir. Bu savaşın sonunda Osmanlı galip gelir. Çar'ın barış istemesi üzerine de 1711 yılında Prut Anlaşması imzalanır. Bu imzadan üç yıl sonra yani 1714 yılında ise İsveç Kralı Demirbaş 12. Şarl, ülkesine döner.
Osmanlı, bu tarihten sonra barış içinde yaşamayı kendisine ilke edinir.
Bu sırada Fransa'da elçi olarak bulunan Yirmisekiz Mehmet Çelebi ülkesine geri döner. Fransa'da yaşadığı yılları ve oradaki gelişmeleri Padişaha ve Sadrazama uzun uzun anlatır. Bu anlatım III. Ahmet'in dikkatini çeker. Fransa'daki büyük gelişmenin Osmanlı toprakları üzerinde de uygulanması düşüncesi ufkunda doğar. Bunu Sadrazamı İbrahim Paşa'ya da anlatır.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Macaristan'da doğmuş ve Kalvinist Mezhebine bağlı eski bir köle olan İbrahim Müteferrika Sadrazamın karşısına çıkagelir. Bu İbrahim Müteferrika ki, 1692 yılında Osmanlı'ya esir düşmüş ve esir pazarında satılmıştır. Fakat, onu esir pazarından alan kişi türlü eziyetlerde bulunmuştur. Bunun üzerine Müslümanlığı kabul eden İbrahim, bağlandığı dergâhından dolayı da Müteferrika lâkabını almıştır.
İbrahim Müteferrika, Sadrazamı ikna edebilmek için uzun uzun matbaayı anlatmıştır. Sadrazam, matbaa denilen aleti Fransa'dan yeni dönmüş olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi'den de zaten duymuştu. Fakat, ortada bir soru vardı: Bu matbaa denen şey şeriata uygun muydu? Bunun sorulması gereken yer elbette Şeyhülislâmlık makamıydı. Oysa, bu soru Şeyhülislâmlığa sorulmadan önce halk arasına yayılmıştı bile. Matbaaya "Gavur icadı" diyenlerin başında, geçimini el yazması kitaplar yazarak sürdüren hattatlar geliyordu. Fakat, Sadrazam yine de Şeyhülislâma danıştı. Şeyhülislâmdan o dönem için akıllıca ve mantıklıca yanıt geldi: "Efendimiz, dini kitapların basılmaması koşulu ile matbaada kitap basılması şeriata uygun düşer."
Sadrazam İbrahim Paşa, İbrahim Müteferrika'yı yanına çağırır. Şeyhülislâmın fetvasını kendisine bildirir. Böylece matbaayı kurma iznini almış olan İbrahim Müteferrika, sevinç içinde Sadrazamın yanından çıkarken, Sadrazamın seslendiğini duyar. İbrahim Müteferrika, büyük bir saygı ve endişeyle Sadrazamın yanına sokulur. Sadrazam ona sorar:
"Bu matbaa dediğin şey kaç altına çıkar İbrahim Efendi?"
"Tam olarak tahmin edemiyorum Efendimiz" diye yanıt verir Müteferrika.
Sadrazam, ufak dolabının kapağını açar ve bir kese altını İbrahim Müteferrika'ya uzatır. "Al" der "bu parayla kurarsın matbaanı"
İbrahim Müteferrika şaşırmıştır. Altın kesesini alır koynuna koyar. Hemen matbaayı kurma işlemine başlar ve evini matbaaya çevirir. Dini kitap basmamak koşulu ile de yayın hayatına başlar. Böylece, Osmanlı'da ilk matbaa kurulmuş, ilk kitap basılmış olur.
Bu sırada İstanbul olağanüstü bir Batılılaşma dönemine girer. Bunda, Fransa elçiliği yapıp ülkesine dönen Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin gördükleri elbette etkiliydi. Ancak, III. Ahmet'in ve Sadrazam İbrahim Paşa'nın ilerici düşünceleri de etkiliydi. Batılılaşma çok kısa zamanda bütün İstanbul'u sarmıştı. İstanbul, yeniden biçimleniyordu. Çağdaş binaların yanında, bunları tamamlayan Batı tarzı bahçeler İstanbul'u biçimlendiriyordu. İstanbul'un her yanı lâle çiçekleriyle bezenir olmuştu. Lâle soğanına olan ilgi o kadar artmıştı ki, alım ve satımına sınır getirilmek zorunda kalınmıştı. Bir de sokak çeşmeleri yapılmaya başlanmıştı ki, o çeşmeler o gün de bugün de birer anıtsal eser olarak İstanbul'u süslemiştir, süslemektedir.
Elbette, şekilsel Batılılaşma düşünsel Batılılaşmayı da beraberinde getirecektir. Bu aşamada Divan şiirinin büyük ustası Nedim'in bu dönemde ortaya çıkması elbette rastlantı değildir. Divan şiirinin en güzel eserlerini veren Nedim, böyle bir hoşgörü ortamından doğmuştur. Savaşsız Osmanlı yıllarından doğup, bugün bile büyük bir zevkle okuduğumuz şiirlerini yazmıştır. Bu şiirlerinden bazıları şarkı sözü olarak kullanılagelmiştir.
Gelin şimdi Nedim'i çok bilinen bir iki şiiri ile analım:
Kaside:
Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl ü behâdur
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Gazel:
Çünkü bülbülsün gönül bir gül-sitan lâzım sana
Çünki dil koymuşlar adın dil-sitan lâzım sana
....
Tahammül mülkünü yıktın Hülâgü Han mısın kâfir
Aman dünyâyı yaktın âteş-i sûzan mısın kâfir
Kız oğlan nâzın nâzın şeh-levend âvâzı âvâzın
Belâsın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kâfir
Şarkı:
Sevdiğim cânâ yolunda hâke yeksân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Ey benim ışkında bülbül gibi nâlân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurban olduğum.
III. Ahmet döneminin son on iki yılı sanata, sevgiye, güzelliklere saygı ile geçmiştir. Yine bu dönemde ve tabi ki bu ortamın içinde "Levni" lâkaplı bir büyük nakkaş ustası çıkmıştır. Günlük yaşam içindeki figürleri olağanüstü bir incelikte, kıvraklıkta ve estetikte ortaya koymuştur. Renklerdeki ve figürlerdeki oynamalarla perspektif verilmeye çalışılmıştır. Çok önemli bir eseri olan ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Surnâme-i Vehbi bir minyatür okulu gibidir. Figürlerdeki canlılık, dönemin giysileri, dönemin eğlence kültürü ve dönemin esnaf kuruluşları hakkında bizlere birer fotoğraf gibi sunulan bu eser, elbette "Lâle Devri"nin de özgürlüğünü bizlere sunmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli Padişahlarından olan III. Ahmet devri, Osmanlı'nın Avrupalı'laşmadaki ilk izlenimlerini bizlere sunması bakımından önemlidir. Gerçekten de yakın tarihimizde Ahmet Refik (1881-1937) tarafından "Lâle Devri" adı takılan bu dönem hep kuşkuyla karşılanmıştır. Bugün bile biraz rahatlık, huzur, zenginlik ve vurdumduymazlık içinde yaşayan kimseleri ya da kuruluşları gördüğümüzde, o devri küçük görmemiz açısından "Lâle Devrini yaşıyor" diye yakıştırma yaparız. Oysa, gerçekten Lâle Devri, Osmanlı için bir şanstı. Batılılaşmak için şanstı, çağdaşlaşmak için şanstı.
Ama, her güzel şeyin bu topraklarda bir sonu vardır.
Buraya kadar sizlere Lâle Devri'nin "Gülleri"ni anlatmaya çalıştım. Bir de bu devrin "Dikenleri" vardı. O bir Arnavut'tu.
Osmanlı tarihinde Lâle Devri'ni yıkan yobaz Patrona Halil'dir. Her devirde olduğu gibi o devirde de yobaz yeniliğe, güzelliğe, aşka, sevgiye nefret duyan insandır. Halil de bu yobazlardan biridir. Aslında Arnavuttur ve savaş gemilerinde "leventlik" yapmıştır. Gemideki kıdeminden dolayı kendisine "Patrona" denmiştir. Ancak, bir zaman sonra gemiciliği bırakmış ve İstanbul'a gelmiştir. Burada ne kadar başıboş-serseri Arnavut varsa kendi başkanlığı altında bir örgütte toplamıştır. Osmanlı'nın Lâle Devri'nde açan "güllerine" karşı bu yobaz "Şeriat isteriz" diye büyük bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma sırasında Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, isyancılar tarafından parçalandı. Vücudunun parçaları sonradan gizlice toplatıldı ve Şehzade Cami'sinin yanında yaptırmış olduğu sebilin yanına gömüldü. Batılılaşma yandaşı ve çağdaş görüşlü Osmanlı Padişah'ı III. Ahmet tahttan indirildi. 1736 yılında ise öldü. Böylece, Edirne Vakası ile Padişahlığa gelen III. Ahmet, Patrona Halil Ayaklanması ile Padişahlıktan gitti.
İbrahim Müteferrika'nın kurmuş olduğu matbaa basıldı. Bütün eserler yakıldı. Makine tahrip edildi. Böylece uygarlığa atılan bir adım ertelenmiş oldu.
III. Ahmet döneminin yetiştirdiği büyük Divan şairi Nedim ise bu ayaklanmada öldü. Ölümü hakkında söylenen tek şey var. O da, Nedim bu isyan sırasında Saray'dan kaçmak için dama çıkmış. Damdan dama atlayıp kaçarken, dengesini yitirip yere düşmüş ve oracıkda ölmüş.
Levnî, bu isyan sırasında Saray'da olmadığından canını kurtarmış. Bu büyük nakkaş ustasının da 1732 ya da 1733 yılında öldüğü yazılıyor.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Osmanlı'nın Fransa elçisi, bu dönemin değişmesinde büyük katkıları olmuştur. O da 1732 yılında ölmüştür.
İstanbul'da ilk matbaayı kurup ilk kitabı basan İbrahim Müteferrika bu dönemi yaşayanların içinde en uzun ömürlü olanıdır. O, 1745 yılında ve 71 yaşında ölmüştür. III. Ahmet'ten sonra Padişahlığa gelen I. Mahmut'tan kendi adına ve kendinin yazdığı ve çevirdiği kitapları basma iznini almıştır. Aydınlanmaya bir adım için canını ve malını ortaya koyan İbrahim Müteferrika'yı bugün nasıl sevgi ve saygıyla anmayız?
Ya Lâle Devri'nin dikeni olan yobaz Patrona Halil'e ne oldu?
Bütün istediklerini elde ettikten sonra da serserilik yapmaya devam etti. Osmanlı buna göz yumamazdı. Osmanlı için "Devletin bekâsı" herşeyden üstündü. Bu nedenle de Padişah I. Mahmut, Patrona Halil ve bütün serseri arkadaşlarını bir hille ile Saray'a davet etti. Büyük sevinçle Saray'a gelen serseri takımını I. Mahmut yakalattı ve hepsini öldürttü.
Her zaman yazıyorum ve soruyorum: Tarihte olmasaydı nasıl olurdu? diye bir soru olmaz. Ancak, ben, beni okuyanlara hep aynanın arkasını da düşünmelerini rica ediyorum. Çünkü, bu şekilde hem daha tarafsız olabiliyoruz. Hem de tarih dediğimiz bilim dalı çok daha eğlenceli bir duruma geliyor. Üstelik dedektiflik de yapmış oluyoruz.
Şimdi gelin düşünelim: Patrona Halil İsyanı olmasaydı ve Osmanlı'nın Batılılaşma, Avrupalılaşma serüveni sürseydi. Matbaaya daha geniş alanlarda izin verilseydi, yüzlerce kitap basılsaydı, Osmanlı geç yakaladığı Rönesans'ını sürdürseydi... Tarih nasıl bir yol alırdı? Osmanlı'nın sonu yine aynı mı olurdu? Mustafa Kemal'e gereksinim kalır mıydı?
Bir de bunları düşünelim.
Dedim ya, tarih aslında çok zevkli, heyecanlı ve düşüncelerimizi genişleten bir bilim dalı. Tarihi yalnız "Geçmişte olanlar" olarak değerlendirmeyelim.

KADIKÖY'ÜN SİNEMALARI



Biz sinemayı çok severdik. Hayır, yanlış yazmadım: Filmi değil de sinemayı severdik.
Yaz akşamları yazlık sinemalara gitmek adeta bir sanat şöleniydi. İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğup hep orada yaşamaktan kendimi şanslı hissederim. Çünkü, Kadıköy bütün zamanlarda İstanbul'un en canlı ve en güzel ilçesi olmuştur. O kadıköy'de bir çok yazlık sinema vardı. Tam Hasanpaşa'da ve bugün Kadıköy Belediyesi'nin olduğu alanda yazlık Uğur Sineması vardı. Sonra Acıbadem'de bugün de Sakız Ağacı olarak geçen otobüs durağının hemen arkasında Kadıköy'e inerken sağda, Cengiz Sineması vardı. Bir başka bahçe sineması ise Dörtyolda'ydı. Saray Sineması adını taşıyan bu sinemanın önünde balkonları sütunlu güzel bir bina vardı ki geçen aya kadar ayakta kalmayı başaran bu bina, geçen ay, yerine "Fransız balkon" apartman yapılmak üzere müteahhite verildi. Tabi ki yıkıldı bile. Bir de Ziverbey ile Kuyubaşı arasında bir yazlık sinema vardı ama adını şimdi anımsayamıyorum. Yine Kızıltoprak'da İkizler Sineması adlı yazlık bir sinema vardı.
Yazın sıcak akşamlarında bir bahçe sinemasında komşularla birlikte filim izleme zevkini bugünün gençleri bilmez. Hep beraber sinema yoluna çıkmak, yan yana ahşap sandalyelerde oturmak, bir torba çekirdek alıp filim bitene kadar çıtlakmak... Dedim ya bugünün gençleri bunların ne büyük değerler olduğunu belki de anlamaz. Bu mahalle içindeki komşuluk ilişkilerini güçlendiriyordu. Ortak bir sanat etkinliğine belki de farkında olmadan katılmak birliktelik kazandırıyordu insanlara. Zaten, o günün filimlerine bakarsanız ne kadar samimi, ne kadar, sıcak ve ne kadar içten olduklarını da anlarsınız. Bugün bile, oynadığı TV kanallarında izleyenleri ekran başından ayırmayan işte bu yılların dost ve samimi filimleridir.
Ya kışlık sinemalar?
Kadıköy yakası kışlık sinemalar açısından da zengindi. Yeldeğirmeni olarak bilinen semtte ve tren köprüsünün hemen yanında Özen Sineması vardı. Kadıköy, Altıyol'da geçenlerde Banker Kastelli olarak bilinen Cevher Özden'in de intihar ettiği Efes Çarşısı aslında iki güzel sinemaya sahiplik ediyordu. Bunlardan biri Feza Sineması, diğeri Efes Sineması idi. Yan yana olan bu iki sinemalardan birinde yabancı filim, diğerinde Türk filmi oynardı. Belki şimdi hayal gibi gelecek ama, o yıllarda öyle filimler öyle izleyici toplardı ki şaşardınız. Kadıköy'de oturanlar bilir bugünün Efes Çarşısı'nı. İşte o çarşıyı sinema girişi olarak düşünün, izleyici kuyruğu orada başlar ve bugün Kadıköy'ün ünlü boğasının olduğu noktaya kadar uzardı. Ve o nedenle de bizler Efes ve Feza sinemaları önünden geçerken "5.Hafta" ya da ""6. Hafta" yazılarına alışmıştık. Yani, bir filim beş hafta, altı hafta aynı sinemada izleyici ile buluşurdu.
Altıyol bir sinemalar zinciriydi. Bahariye'ye doğru çıkarken, bugün Opera Pasajı ya da çarşısı olan bina bence Kadıköy'ün en güzel sinemalarından birine sahipti. Opera Sineması. Muhteşem bir iç yapısı vardı. Filim izlemek çok rahattı. Perdesi genişti. Filim başlamadan önce perde kırmızı ya da bordo renkli kadife bir perde ile örtülü dururdu. Filmin başlama saati geldiğinde ilk gonk vurur ve sahnenin etrafındaki yeşil ışıklar yanardı. Sonra, ikinci gonk ve sahnenin etrafındaki sarı ışıklar yanardı. Üçüncü gonkta sinemanın ışıkları söner ve sahne etrafındaki kırmızı ışıklar yanardı. O kırmızı-bordo kadife perde yavaş yavaş açılır ve beyaz perde ortaya çıkardı. Sahnenin çevresine gizlenmiş renkli ışıklar yanarken gelecek filimler tanıtılırdı. Tanıtım bittiğinde bütün ışıklar söner ve beyaz perdeye günün filmi düşerdi...
Opera Sineması'nın biraz ilerisinde Kadıköy Sineması vardı ki Kadıköy sinemaları içinde çok yeniydi. Ondan da biraz ileride bugün Opera binası olan Süreyya Sineması vardı. Locaları, balkonları ve tavan süslemeleri ile filimden çok kendini izlettiren bu bina Kadıköy Belediyesi tarafından yeniden yapılandırılıp Opera binası olarak kullanıma açıldı. Süreyya'dan Moda'ya doğru çıkarken Kafkas ve Ocak Sinemaları da vardı, ama bu sinemalar ticari kaygı ile acele ile kurulmuş uydurma salonlardı. Süreyya Sineması'nın karşı sokağına girdiğinizde Reks Sineması vardı ki gerçekten bu sinema salonu da tam filim izlenecek salonlardan biriydi. Reks'den biraz aşağıda As Sineması vardı fakat o da küçük ve izleyeciyi rahat ettiremeyen bir sinema salonuydu.
O günün filimleri de gerçekten tam aile için filimlerdi. Hepimizin yaşadığı mahallede, hepimizin yaşadığı sorunlar, dertler, aşklar canlandırılıyordu. Ediz Hun, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, İzzet Günay, Göksel Arsoy, Kartal Tipet gibi yakışıklı erkek oyuncuların yanında, Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik gibi dünya güzeli bayan oyuncular vardı. Ya yardımcı oyuncular? Vahi Öz, Nubar Terziyan, Cevat Kurtuluş, Ahmet Tarık Tekçe, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Mürüvvet Sim, Bedia Muvahhit... daha kimler kimler. Bir de komedyenler vardı ki bunların başında elbette usta oyunculuğu ve kendine özgü davranışları ve konuşmalarıyla Öztürk Serengil başı çekmekteydi. Sonra Cilalı İbo Feridun Karakaya.
Bizler aile filimlerine ve biraz uçar-kaçar biraz da komedi ağırlıklı filimlere alışmıştık. Ancak, 1970'li yıllarda birgün Ses Dergisi Tarık Akan (Tarık Üregül) adlı dünya yakışıklısı bir delikanlığı artist adayı olarak seçiverdi. İşte o andan sonra da Türk sinemacılığının da Türk erkek oyuncularının da kaderi değişiverdi.Çünkü, Tarık Akan, kendinden önceki bütün erkek oyuncuların rollerini elinden almıştı. Bir anda bütün genç kızların idoli haline gelmişti. Onun oynadığı filimler olağanüstü ilgi görmeye başlamıştı. Filimlerdeki aşk öyküleri de daha bir romantik hâle gelmeye başlamıştı. Daha sonraki yıllarda Tarık Akan'ı toplumsal içerikli filimlerin değişmez oyuncusu olarak gördük. Usta oyuncu her iki alanda da büyük işler başardı ve Türk sinemasına büyük katkılarda bulundu.
1970'li yıllar Türkiye'nin kâbus yıllarıdır. ABD her zaman olduğu gibi çeşitli ayak oyunları ile Türkiye'yi köşeye sıkıştırıp daha fazla sömürmek sevdasındayken, Başbakan Süleyman Demirel iyi bir hamle yaparak Sovyetler Birliği ile işbirliğine girişti. Bu işbirliği sonucunda Sovyetler Birliği, Türkiye'ye çeşitli sanayi kuruluşları yapacaktı. Yaptı da. Ancak, ABD hem Türkiye gibi bir sömürgesini yitirmek istemiyordu hem de bu sömürgesinin topraklarını Sovyetler Birliği'nden ABD'ye gelecek olan saldırılara karşı kalkan olarak kullanmayı sürdürmeyi istiyordu. İşte bu nedenle Süleyman Demirel'in, Sovyetler ile olan yakınlaşmasını önlemek için Türkiye iç karışıklığa ve dolayısıyla askeri darbe ortamına hazırlandı. Gençler sağcı ve solcu olarak ikiye bölündü ve aralarında savaş başlatıldı. Gençler arasındaki bu savaş giderek mezhep savaşlarına kadar vardı. Alevi yurttaşların evleri yakıldı. Alevi vatandaşlar canından oldu.
İşte böyle bir siyasi ortamda sinema da yerini aldı ve Yılmaz Güney önce Umut (1970) adlı sinema filmini çekti. Ardından Acı, Ağıt (1971) geldi. Sonra Baba (1973) adlı filim geldi. Yılmaz Güney durmuyordu. O da Türkiye'nin içine düştüğü siyasi karmaşaya filimlerle ayna tutuyordu. Arkadaş (1974), Sürü (1978), Yol (1982), Duvar (1983) hep Yılmaz Güney filimleriydi. Sonunda anarşi sinema salonlarını da vurdu ve Yılmaz Güney filmi oynayan sinemalar bombalanmaya başlandı. Bir propaganda sinemacısı olan Yılmaz Güney'le birlikte zaten Türk sinema izleyicisinin ezberi bozulmuş ve sinema salonlarından uzaklaşmıştı. Bir de sinemaya anarşi bulaşınca izleyici hepten salonlardan uzaklaştı. 1980'li yıllarda ise yaygınlaşan TV'ler artık sinema salonu, sinema izleyicisi diye bir şey bırakmadı.
Ancak, bütün olumsuz koşullara karşın bu topraklar Ö. Lütfü Akad, Metin Erksan, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez gibi dünya kalitesinde usta yönetmenler ortaya çıkardı.
Günümüzde ise hem yönetmenler, hem yönettikleri filimler hem seçtikleri senaryolar ile Türk sineması dünya sineması ile yarışacak konumdadır.
Fakat, tüm bu akıp giden zaman içinde yabancı ve yerli sinema kareleri içinde geçmişte de günümüzde de ilginçlikler yaşanmaktadır. Örneğin, illa her filmin bir müziği oluyor. Düşünün iki kişi bir yerlerde konuşuyor. Burası dağ başı olsa da fark etmiyor. Ama, fonda bir müzik çalıyor. Yani, siz dağda, tepede, ormanda arkadaşınızla konuşurken fonda bir müzik sesi duyuyor musunuz? Ama, filimlerde bunu hep duyuyoruz. Bugüne kadar bırakın buna itiraz etmeyi, filim müzikleri ödülleri bile veriliyor.
Ya yakışıklı erkek oyuncu ile illâ dünya güzeli genç kız oyuncuya ne demeli? Sanki dünyanın bütün olayları, bütün aşkları dünya yakışıklısı bir erkekle, dünya güzeli bir kadın arasında geçiyor. Çirkinler yardımcı rollerde. Zaten, filim daha beyaz perdeye düşmeden oyuncuların güzellikleri bütün medyayı işgâl ediyor. Bilmem ki izleyici filmin konusunu mu merak ediyor, oynayanların güzelliğini ve yakışıklılığını mı?
Ancak, dünya sinemasında kendine güvenen bir iki yönetmen bu güzel ve yakışıklı oyunculara sığınma ilkesini yıkmıştır ki, zaten onlar dün de, bugün de, yarın da klasikleşmiş filimleriyle hep "Yönetmen" olarak kalacaklardır.
Bir de sinemanın büyüsü var değil mi? Düşünün bir odanın içinde iki kişinin oynadığı oynu hepimiz dikkatle izliyoruz. Oysa o odanın içinde ama bizim göremediğimiz alanda yönetmen var, suflör var, senarist var, ışıkcı var, kameraman var, sesci var, yardımcı yönetmen var, görüntü yönetmeni var... Ama bizler odada iki kişi ne yapıyor diye merakla izlemeye devam ediyoruz.
Ve tabi ki son ilginçlik: Bir sevişme sahnesi. Kadın ve erkek oyuncu yatakta. Üzerlerini ince bir çarşaf örtmüş. Belli ki akşamdan sabaha sevişmişler, ikisi de çıplak. Fakat, kadın yattığı yerden doğrulunca memelerini elleriyle kapatıyor. Ya da erkek ve ya kadın yataktan çırılçıplak kalkarken ve banyoya doğru giderken hemen üzerlerine bir şeyler giyiniyorlar. Yahu, siz değil miydiniz sabaha kadar aynı yatakta sevişenler? Şimdi bu çekingenlik ne? Filim olmasa o oyuncular aynı şekilde mi davranır? Yani bir kadın sabaha kadar seviştiği erkeğinin yanında otururken memelerini elleriyle örter mi?
Her halde bu da sinema dünyasının izleyiciden çekinmesi ama, filmin gerçekciliğinin de zedelenmesi.

İSTANBUL, RUMİSTAN MIYDI?






İstanbul kentinin kuruluş söylencesini daha önceki yazılarımda anlatmıştım. Kuruluşu bile bir söylence ile kulaktan kulağa dolaşan bu kent, yüzyıllardır bütün dünya ülkelerinin gıptayla baktıkları bir coğrafyadadır. İlk yüzyıllarda savunma ve korunma bir kent için çok önemli olduğundan, İstanbul kenti de doğal bir korunma içinde olduğundan dikkat çekmiştir. Bugün "Suriçi" bölge dediğimiz ve sınırları Bizans surları ile çevrilmiş olan bölge eski İstanbul kentidir ki, asıl kent dokusu da bu sınırlar içindedir. Her ne kadar Megaralıların "Körler Kenti" dedikleri Kadıköy, İstanbul'un Avrupa yakasından yüz yıl önce Osmanlıların eline geçmiş olsa da, hiç bir zaman Suriçi kadar tarihi bir dokuya sahip olamamıştır. Üsküdar'da bulunan önemli Osmanlı camilerinin yanında bir de anıtsal çeşme vardır ki bugün de bu yapıları görme olanağımız vardır. Yakın geçmişimize kadar Üsküdar'ın tipik Osmanlı tarzı ahşap konut mimari tarzı bir açık hava müzesi gibi duruyordu. Ne yazık ki o mimari örnekler de modern mimariye yenildi ve yerlerini çok katlı apartmanlara bıraktı. Ancak, Üsküdar'ın bir sahili olan Salacak ve Harem Osmanlı döneminde sahilsaraylarıyla da ünlüydü. Özellikle Osmanlı saraylarının kadınlarının bu kıyılarda sarayları vardı. Bugün Harem diye andığımız semtin adı da buradan kalmadır. Ve yine "ne yazık ki" diyeceğim, bu saraylardan da günümüze hiç bir şey kalmamıştır. Üsküdar ilçesinde bulunan Osmanlı'nın camileriden ve çeşmesinden başka, Selimiye semtinde III. Selim'in yaptırdığı Selimiye Kışlası da ayaktadır. Kadıköy'den karşıyakaya geçerken, Haydarpaşa Garı'ndan sonra karşımıza çıkan yapı budur. Kadıköy'de ise bir iki cami dışında Osmanlı dönemine ait görülecek hiç bir anıt kalmamıştır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip topraklar için bu olsa olsa utançtır. Tarihe saygısızlıktır.
Tüm bunlara karşı Suriçi bölgesi az da olsa Roma dönemimden, Bizans döneminden ve Osmanlı döneminden kalma çok önemli eserlerle doludur. Bu eserler hakkında diğer yazılarımda bilgiler verdiğim için yeniden yazmayacağım. Ancak, bir başka yazımda sizleri uyardığım gibi şimdi tarihin dokusu içine beş yıldızlı oteller yapmaya izin verildi. Yani, Sultanahmet ve çevresi çok yakında büyük otellere terk edilecek. Çünkü, yetkililer Osmanlı eserleri dışındaki bütün eserleri "harabe yığını" olarak görüyor. Görüyor, çünkü gözü paradan başka birşey görmeyen bu yetkililerin kültürden haberleri bile yok. Okudukları kitaplar üniversite eğitimi sırasında zorla okutulan kitaplardan öteye geçmemiş ki biraz kültüre sahip olsunlar. Kuşkum şudur: Eğer böyle giderse İstanbul diye bir kültür mirası yok olacaktır. Buralara yaptırılacak beş yıldızlı otellerden alınacak rüşvet ve komisyonlar geleceğe İstanbul adlı bir kenti bırakmayacaktır.
Bugün hoyratça davrandığımız ve her anıtsal eserini "harabe" olarak gördüğümüz İstanbul kenti bugün bile bütün dünyanın gözdesidir. Geçmişte de böyle olmuştur. Bu nedenle de bütün dünya dillerinde kendisine bir ad bulmuştur. İşte İstanbul kentimize verilen adlardan bazıları:
Lâtinler: Makedonya
Süryaniler: Yankoviçe ve Aleksandra
Yahudiler: Vizendovina
Frenkler: Yağfuriye, Pozantiyam, Konstantiniye
Nemseliler: Kostantinopol
Ruslar: Tekfuriye
Macarlar: Vizendovar
Lehliler: Kanaturiye
Çekler: Aliyana
İsveçliler: Herakliyan
Felemenkler: İstefaniye
Portekizliler: Kostin
Araplar: Kostantıniye-i Kübra
İranlılar: Kayser Zemin
Hintliler: Tahtı Rum
Moğollar: Çakdurkan
Tatarlar: Sakalya
Bu adların ne kadar kullanıldığı ya da ne kadar doğru olduğu konusunda kuşkular vardır. Ancak, Evliya Çelebi "Seyahatname"sinde bu adları saymıştır. Bence doğru olma olasılığı çok yüksektir.
Bir de Sultan II. Mehmet'in fethinden sonra kullanılan isimleri vardır İstanbul'un. Örneğin Fatih Sultan Mehmet'ten sonra İstanbul hep Kostantıniye diye anılmıştır. Fatih, kendisini hep Roma İmparatoru olarak görmüştür.
İstanbul'un tarihteki diğer isimleri de şöyledir:
İslâmbol, Darüssade-Darüsaadet-Dersaadet, Deraliye-Darüddevleti-Aliyyei Osmaniye, Darülsaltanat-Darülsaltanatüs Seniyyei Osmaniye, Darülhilâfe-Darülhilâfetül Aliyyei İslamiye, Asithane-Asithanei Saadet-Asithanei Saltanat-Asithanei Devleti Aliyyei Osmaniye, Astanei Aliyye.
Bir kentin aldığı isimleri görüyorsunuz değil mi? Bu bile bu kentin ne kadar değerli olduğunu gösterir.
Peki İstanbul ismi nereden gelmektedir?
Birçok araştırmacı bunun İslâmbol'un değişime uğramasından geldiğine inanmaktadır. Bilindiği kadarıyla III. Mustafa (1757-1774) döneminde İstâmbol adı kullanılmıştır. Neredeyse III. Selim'e (1789-1807) kadar paralarda yazılı bulunan Konstantiniye adı İslambol olarak değiştirilmiştir.
Bugün İstanbul.
"İstan" bir son ektir. İstanbul'a isminde kullanılırken başa gelmesi bence kuralsızlıktır. O halde İstanbul adının başka bir anlamı olmalıdır. İslâmbol'dan değiştirilmiş olma olasılığı bence zayıftır. Eğer öyle olsaydı İslâmistan olması hem daha mantıklı hem de "istan"ın son ek olmasına uygun olacaktı. Çünkü, "istan" bir topluluğun birlikte ve çoğunlukta yaşadıkları yerleri anlatmak için kullanılmaktadır. Yani bir topluluğu işaret etmektedir. Bulgar-istan, Afgan-istan, Hind-istan, Macar-istan, Pak-istan, Ermen-istan, Kazak-istan, Türkmen-istan... gibi. Yani, Bulgarların, Afganların, Hindlilerin ya da Ermenilerin yaşadığı yerler anlamına gelmektedir.
İstanbul, bilindiği gibi Romalıların ve Bizanslıların da yönetimi altında kalmıştır. Hem de bin yılı aşkın bir süre. Aslında Bizans dediğimiz bir imparatorluk tarihte hiç bir zaman olmamıştır. 19. yüzyıl tarihçilerinin verdiği bu isim aslında hep Doğu Roma İmparatorluğu olarak kullanılmıştır. Yani, Roma'yı ve Doğu Roma'yı birleşik olarak görürsek, bin yılı aşkın bir zaman İstanbul Romalıların elinde kalmıştır. Fatih'in İstanbul'u ele geçirmesinden sonra da bu Romalılar şehirde barınmayı sürdürmüşlerdir. Dini merkezleri ise Fener'de bulunan Patrikhane olarak bugüne kadar süregelmiştir. Fatih Sultan Mehmet, Ortodoks dünyasının merkezi olarak Fener'i korumuş ve kollamıştır. Bu nedenle de Fener ve çevresi önemli ve çok varlıklı Romalılar ile dolmaya başlamıştır. Zaman içinde bu Romalılar Osmanlı İmparatorluğu'nun çok önemli görevlerini üstlenmişlerdir. Hattâ Eflâk ve Boğdan'a voyvoda olarak zengin ve Fenerli Romalılar seçilmiştir. Böylece çok kısa zamanda İstanbul'un o zamanlar (İstanbul'u Suriçi olarak düşünün) çok önemli bir bölgesi Romalıların eline yeniden geçmiştir. Bu hem dini bakımdan ele geçiriştir, hem kültürel anlamda ve hem de zenginlik anlamında böyledir. Ve işte bu sırada daha sonra tarihten silinen bir isim ortaya atılmış:
R u m i s t a n.
Yani, Rumların yaşadı topluluk, yer, şehir.
Bilindiği gibi İstanbul'da ve özellikle Fener'de kalan Romalılara, "Roma"dan bozma "Rum" denegelmiştir. Bugün bile çok az kalmasına karşın bu azınlıklara İstanbullular "Rum" der.
Osmanlı döneminde de sayısını arttıran bu Rumlar büyük zenginliklere ulaşarak Osmanlı'nın önemli gelir kaynaklarını oluşturmuşlardır. Fener ve çevresini çok önemli zengiliğe ulaştıran bu Rumlar, Patrikhane'yi de dini merkez durumuna getirerek Ortodoks dünyasının "Kâbe"sine çevirmişlerdir. Böylece bütün dünyada hiç değilse Fener ve çevresi "R u m i s t a n" olarak anılmaya başlanmıştır. Bunun yayılmasının nedeni elbette burada bulunan zengin ve tüccar Rumların çok önemli bir liman olan Fener'e gelen giden gemilerle yaptıkları ticari anlaşmalar da rol oynamıştır. Fener'e gelen gemiler hep Rumistan'a gelmişlerdir.
Ancak, Osmanlı'nın çok güvendiği bu Rumlardan Boğdan voyvodası 19. yüzyılda Yunanistan'ın bağımsızlığı için savaş başlatmıştır. Böylece Osmanlı, Fenerli Rumlarla olan ilişkisini kesmiş, onları "hain" olarak görmeye başlamıştır. III. Selim'in paralara "İslâmbol" yazması boşuna değildir. Çünkü 1789 yılında Büyük Fransız Devrimi gerçekleşmiş ve ulusalcılık akımları bütün dünyaya yayılmıştır. Elbette bu Devrim'den, Osmanlı tarafı da, Rum tarafı da kendi paylarına düşen dersleri çıkaracaktı.
Yakın zamana kadar Konstantıniye adını kullanmakta bir sakınca görmeyen Osmanlı yönetimi, Rumistan'ın yayılmasına izin vermemiştir.

Şimdi, Yunancada "eis tén pólin ya da sten pole =şehire doğru ya da şehirde" anlamına gelen bu kentin kaynağı üzerine biraz daha düşünelim. Selçukluların ya da o dönemlerde başka toplulukların bu kente Stambul demelerinin bir açıklaması var mıdır?
Bence, Rumistan olan ve Fenerli zengin Rumların koyduğu bu ad, değiştirilmek zorunda kalındığında, Yunanca'nın da etkisiyle (eis tén polin) olarak Evliya Çelebi tarafından uydurulmuştur. Osmanlı'nın kullandığı "İstambol" ya da "İslâmbol" bir kent adından çok bir işarettir.
İstanbul kentinin adı, bence Rumistan adının kullanılmaması için ortaya atılan ve İstambol ya da İslâmbol işaretinin Evliya Çelebi tarafından İstanbul diye anılmasından ve yazılmasından başka bir şey değildir diye düşünüyorum.