GALATA KULESİ






































İstanbul'un çok değişik sembolleri vardır. Bunların en eskileri elbette Bizans İmparatorluğu döneminden kalma yapılardır ki, bunların başında bütün dünyanın ve özellikle Hıristiyan inancına bağlı insanların neredeyse kâbesi olan Ayasofya Kilisesi (müzesi)dir. Üsküdar, Salacak açıklarında denizin içinde bulunan Kız Kulesi de İstanbul'un önemli sembollerinden biridir. Bizans İmparatorluğu döneminden sonra Osmanlı yapıları birer sembol haline gelmiştir ki bunlar genellikle Osmanlı camileridir. Osmanlı, bu camileri yaparken şehrin her yanından görülmesi kaygısıyla büyük camileri ve padişah (selatin) camilerini tepelere yapmışdır. Bu nedenle Sultan Ahmet Camisi, Süleymaniye Camisi gibi yapılar bugün de İstanbul'un sülieti içinde yer almaktadırlar.
Fakat, bütün bunların yanında bir de Galata tepelerinden İstanbul şehrini en güzel şekilde izleyen ve izlettiren bir kule vardır ki, adı Galata Kulesi olarak günümüze kadar gelmiştir. Birçok yabancı kaynak İstanbul dendiğinde bu şehrin sembolü olarak nasıl bir Ayasofya'yı, bir Kız Kulesini ya da bir Sultan Ahmet Camisi'ni kullanıyorlarsa, bunların yanında ama mutlaka Galata Kulesi'ni de kullanılmaktadırlar.
Birçok kaynakta ve özellikle internet kaynaklarında nereden başladıysa bir yanlış başlamış ve almış başını gitmiştir. Bu yanlışlık Galata Kulesi'nin yapılış tarihidir. Tarihi yanlış yazan kaynaklar bu kuleyi 1384 olarak yazmaktadırlar. Sanıyorum bir kişi "takdim tehir" yaparak bir ara 4'le 8'in yerlerini değiştirmiş ve o yanlış da yapışıp kalmış.
Galata Kulesi dediğimiz yapı 1348 yılında Cenevizliler tarafından yapılmıştır. Bu kule şehri çevreleyen sur kulelerinden biridir. Ancak, günümüzde bu surlardan eser kalmadığından Galata Kulesi sanki bağımsız bir yapı olarak görülmektedir. Kulenin bugün bulunduğu yer Tünelbaşı ile Galata semtleri arasındadır. Bulunduğu semt olan Galata'dan adını alan bu kule, aynı zamanda bulunduğu yere de ad olmuştur. Bugün İstanbul'da Kuledibi dendiğinde akla gelen yer Galata Kulesi'nin bulunduğu çevredir.
Galata Kulesi, 1348 yılında Ceneviz Surları'nın sıradan bir kulesiyken, şehrin genişlemesi ve surların yükseltilmesiyle birlikte o da yükseltilmiştir. 1446 yılında yapılan bu yükseltmeyle, Galata Kulesi dediğimiz bu kule farklı bir boyut kazanmıştır. Yalnız, bugün ve geçmişte bir semt adı olan Galata'dan adını alan ve Galata Kulesi olarak anılan bu kulenin gerçek adı "İsa Kulesi"dir. Bu bilgiyi de bilgi dağarcığımızın bir köşesine yerleştirdikten sonra biz İsa ya da Galata Kulesi ile ilgili olan gezintimize devam edelim.
Hepimizin bildiği gibi Sultan II. Mehmet, Bizans'ı yıkıp, Konstantinopolis'i ele geçirince ve "Fatih" ünvanını alınca, "Pera"da yani "Karşıkıyı"da bulunan Ceneviz kolonisi de Fatih'e karşı direnmenin anlamsız olduğunu düşünmüş ve anlaşmayla teslim olmuşlardır. Böylece bütün Galata gibi "İsa Kulesi" yani Galata Kulesi de Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmiştir. İşte bu tarihten başlayarak, günümüze kadar gelen Galata Kulesi'nin mimari değişiklikleri de başlamıştır. Elbette bu değişikliklerin bir kısmı doğal olayların yıkımlarından yapıldıysa, bir kısmı da değişen koşulların gereği Kule'ye yeni işlevler kazandırmak amacıyla yapılmıştır.
Örneğin 1509 yılında meydana gelen ve tarihte "Küçük Kıyamet" olarak adlandırılan depremde İstanbul'un bir çok yapısı gibi Galata Kulesi'de zarar görmüştür. Bu nedenle binanın 13 metreden yukarısı yeniden inşa edilmiştir. Bence, bu yıkımdan sonra Galata Kulesi'nin, İsa Kulesi'ne ne kadar benzediği kuşkuludur. Elimizde bulunan gravürlerde benim rastladığım en eski tarih 1835'tir. Yani Osmanlı dönemine ait ve 1509 depreminden sonraki yenilenmiş yapıyı göstermektedir. Bu nedenle Kule'nin Ceneviz döneminde nasıl olduğu konusunda pek bilgimiz yok.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul'u gezmeye gelen seyyahlar, hayranı oldukları bu şehrin gravürlerini yapmışlar ve belki de bilmeden o günün İstanbul'unu bugünün penceresinden tanımamıza aracı olmuşlardır. Bizler, bu gravürler sayesinde şu an konumuz olan Galata Kulesi'nin en eski resimlerine ulaşmış oluyoruz. Ulaşmış oluyoruz fakat soru işaretlerimiz ortadan kalkmıyor. Bu soru işaretlerimiz elbette yapının mimari gelişiminin nasıl bir seyir izlediği hakkındadır.
Bildiğimiz kadarıyla Galata Kulesi, Kanuni Sultan Süleyman döneminde "zından" olarak kullanılmıştır. III. Murad döneminde ise Kule bu kez "gözlemevi" olarak kullanılır. IV. Murat dönemine gelindiğinde Kule bu kez bambaşka bir olayla adını duyurur. Çünkü, herkesin gözü önünde Kule'nin tepesine çıkan Hezarfen Ahmet Çelebi adlı her bilimden anlayan biri taktığı kuş gibi kanatlarıyla "uçacağını" iddia etmektedir. Herkes gibi IV. Murat da bu adamı merak etmektedir. Bu nedenle o da Yeni Saray denen Topkapı Saray'ının avlusuna çıkıp gözlerini Galata Kulesi'ne diker. Kısa bir hazırlık döneminden sonra Hezarfen Ahmet Çelebi kulenin korkuluklarından kendini boşluğa bırakır. Herkes onun Kule'nin dibine çakılacağını sanır. Oysa, Hezarfen kanatlarını bir kuş gibi çırpa çırpa Üsküdar'a kadar uçar ve Doğancılar'a iner. Aslında bu uçuş IV. Murat'ın hoşuna gider. Ne var ki Şeyhülislâm denen fetva makamı böyle bir hareketi asla uygun görmez ve padişahı kışkırtır. IV. Murat bunun üzerine Hezarfen Ahmet Çelebiye bir kese altın verir onu sürgüne gönderir.
IV. Murat 1623 ilâ 1640 yılları arasında Osmanlı padişahı olarak hüküm sürdüğünü bildiğimize göre, Hezarfen Ahmet Çelebi'nin de uçusu bu yıllar arasında bir tarihte olmuştur diyebiliriz.
1509 Küçük Kıyamet adı verilen depremden sonra 13 metreden yukarısı yeniden yapılan Kule'nin başına gelenler devam etmiştir. 1794 yılında bir yangına kurban giden Kule'nin üst katı ile küllah kısmı dediğimiz çatıyı örten örtü sistemi yanmıştır. Biz, Sanat Tarihçileri gravürler arasında Galata Kulesi'ni ararken çok değişik Kule resimlerine rastlarız. Bu gravürleri bu yazının ekinde sizlere de sunacağım. Çeşitli tarihlerde onarıma alınmış olan Kule'nin külah bölümünde nedense bir üslup birliği yoktur. Bunu tarihteki gravürlerde de görüyoruz.
1794 yangınından sonra Galata Kulesi'nin üst kısmı 1.5 metre dışarı taşacak şekilde bir kat yapılmıştır. Günümüzde olmayan dört yana birer cumba eklenmesi ile Kule bambaşka bir görünüm kazanır. Kule'nin bu durumunu gösteren gravür, resim bölümünde gözükmektedir. İşte bu dört tarafa eklenen cumbalardan sonra, Kule yangın kulesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ancak, yangın kulesi kendisini yangından koruyamayınca 1831 yılında yanıp kül olmuştur. Kule, bu kez II. Mahmut'un eline geçmiştir. II. Mahmut 1794 yangınından sonra eklenen cumbalı bölümü tamamen yıktırmıştır. Bunun yerine Ampir uslup taşıyan 14 büyük ve kemerli pencere yapılmasını isteyen ve Kule'yi bu şeklide yaptıran II. Mahmut döneminin onarımıdır. II. Mahmut döneminde yapılan bu onarımda ayrıca yine sivri külah ahşaptan yapılarak örtü sistemi olarak kullanılmıştır.
Fakat, dedim ya Galata Kulesi'nin başına gelenler henüz bitmemiştir. II. Mahmut'un onarımı sırasında yapılan ahşap sivri külah 1875 yılındaki bir fırtına sırasında aynı Hezarfen Ahmet Çelebi gibi uçup gitmiştir. Bu sefer yine sivri külahtan vazgeçilmiş ve külah yerine sekizgen planlı küçük yangın gözlemevi yapılmıştır. Birçok gravürde bu gözlemevi gözükmektedir. Bu yazının resim bölümünde bütün bu gravürler vardır. Fakat, bir başka gravürde IV. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi'nin uçusunu canlandıran görüntüde Galata Kulesi'nin gövde kısmından hemen sivri külah kısmına geçilmiştir. Yani, O cumbalı bölüm, yada sonradan 14 Ampir usluplu büyük pencerenin olduğu bölüm bu gravürde yoktur. Belki gravür ustası Galata Kulesi'ni görmeden öyle bir resim çizmiştir diye düşünmemiz gerekir. Çünkü, gövde ile külah arasında kalan bölüm hemen her dönem gravürlerinde resmedilmiştir. Bu gravürü de resimler bölümünde meraklı okurlara sundum.
Galata Kulesi 1964 yılına kadar yangın kulesi olarak kullanılmıştır. Ancak, yine bu tarife kadar Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Galata Kulesi'ni haberleşme ağı olarak kullanmıştır. Gördünüz mü Cenevizliler'in Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'mıza katkılarını?
Galata Kulesi'nin son onarımı ise değişen şartlardan dolayı olmuştur. 1964 yılında başlayan onarım sırasında Galata Kulesi ana gövdeye kadar yeniden yıkılmıştır. 1966 tarihli bir dergiden çekip görmeniz için resimler bölümüne koyduğum bu resimde Galata Kulesi'nin yarısını göremeyeceksiniz (renkli resim). Çünkü, bu kez onarımın amacı Kule'yi turizm amaçlı kullanıma açmaktır. Bu nedenle Kule'ye asansörler eklenir. Ahşap olan kat döşemeleri betonarme olarak yeniden yapılır. II. Mahmut dönemi onarımına sadık kalınarak ana gövdeye üst gövde oturtulur. Külah kısmı da II. Mahmut dönemindeki gibi sivri yapılır. Ancak, bu kez külah betornarmedir ve üstü kurşunla kaplanır. 1967 yılında Galata Kulesi yeni durumuyla, bir lokanta ve gece kulubüyle turizme açılır.
Galata Kulesi'nin külah bölümü çok değişik gravürlerde değişik çizilmiştir. Örneğin, 1835, 1836, 1840, 1853, 1863 yıllarındaki gravürlerde sivri külah gözükmektedir. 1883 tarihli gravürde ise sekizgen planlı tepesinde yangın gözetleme evi olan külah olmayan hali ile gözükür Galata Kulesi. 1885 yılındaki bir diğer gravürde de külah sivri değil, sekizgen planlıdır. Fakat, bu gravürlerin bence en ilgi çekici olanı 1840 tarihinde yayınlanmış olanıdır. Kule'nin dört cumbasını gösteren ve başka gravürlerde pek rastlamadığım gravürdür bu.
Yazıda adı geçen gravürleri ve 1966 yılındaki yarısı yıkılmış olan Kule'nin fotoğrafı toplu olarak sizlere sunuyorum.
Son not olarak, Galata Kulesi hakkında bazı rakamları da vermek istiyorum: Kule'nin tabandaki çapı: 16,45 metredir. Beden duvarlarının kalınlığı 3,75 metre olup bunların içinden asansör geçmektedir. Giriş katından külaha kadar olan yükseklik 62,59 metredir. Tepedeki alemin yüksekliği ise 1,41 metredir.
Bunca onarımdan sonra, sizce Galata Kulesi, İsa Kulesi'nden yani Cenevizli durumundan bir anı olarak günümüze ne kadar gelebilmiştir?
Yani Galata Kulesi'ne "Cenevizli" diyebilir miyiz?

MUHTEŞEM SÜLEYMAN'A MUHTEŞEM SÜLEYMANİYE



Osmanlı'nın Eski Saray'ı, 7 Şubat 1540 tarihinde tamamen yandığında Sultan Süleyman 46 yaşındaydı. Padişahlığının ise yirminci yılındaydı. Bütün Saray bugünkü Topkapı Sarayı'na taşındığında, Eski Saray'ın o deniz manzaralı mükemmel alanı boş kalmıştı.
Sultan Süleyman'ın yaşı ilerledikçe, o da ataları gibi adını sonsuza dek yaşatacak bir anıt caminin yapılmasını istemekteydi. Bu isteğini Mimarbaşı Sinan'a ilettiğinde, çalışmaların da derhal başlatılmasını istiyordu. Yaşının ilerlemiş olmasından korkuyor ve adına yapılacak camiyi göremeden öleceğinden endişeleniyordu. Fakat, Mimarbaşı Sinan'ın endişesi bir başkaydı. O, kendinden önce yapılmış olan ve İstanbul'un Fatihi Sultan Mehmet Han Hazretleri için yapılmış bulunan caminin 1509 yılındaki bir depremde nasıl yıkıldığını düşünüyordu. O halde Sultan Süleyman için yapılacak camide deprem korkusu olmamalıydı. Deprem korkusunun olmaması için de zemin çok önemliydi.
Mimarbaşı, uzun süren zemin araması sırasında, Eski Saray'ın olağanüstü manzarası aklına geldi. Eski Saray'ın üzerinde bulunduğu zemin, İstanbul'a tamamen egemendi. Derhal zemin araştırılmasına girildi ve zeminin yekpâre kayadan oluştuğu görüldü. Bu deprem tehlikesinden korunmak için büyük bir kazançtı. Durumu derhal Sultan Süleyman'a aktardı. Sultan Süleyman gerekli izni verdi ve böylece adına yapılacak caminin arsası bulunmuş oldu.
13 Haziran 1550 (27 Cemaziyelula 957) cuma günü, İstanbullu şaşkındı. Eski Saray'ın bulunduğu alanda olağanüstü bir hareketlilik vardı. Şeyhülislâm Ebussud Efendi başta olmak üzere, diğer devletin üst dereceli memurları Eski Saray'ın bulunduğu alanda toplanmışlar, dualar eşliğinde bir şeyler yapmaktadırlar. Meraklı İstanbullular da alana gittiklerinde, Mimarbaşı Sinan'ında orada olduğunu görmüşlerdir. Anlaşılan o dur ki, Padişah Hazretleri adına yeni bir binanın temeli atılacaktır. Dualar edilir, kurbanlar kesilir. Çevreden gelen fakir-fukaraya kurban etleri ile birlikte çeşitli armağanlar verilir. Cümle İstanbullu'dan Sultan Süleyman Hazretleri için yapılmaya başlanan cami için dua edilmesi istenir. Kısa bir süre Eski Saray'ın boş arazizi dualarla sarsılır. Şeyhülislâm Ebussud Efendi, mihrap temeline "külliye"nin ilk taşını koyar.
Mimar Sinan, yapıyı külliye olarak düşünür. Düşlerinde bütün Batı'nın "Muhteşem Süleyman" dediği Padişahına "muhteşem" bir külliye sunmak vardır. Osmanlı en parlak dönemini yaşamaktadır. Hazine doludur. İnşaata altın istendiği kadar verilmektedir. Fakat, her bir kuruşun hesabı tek tek tutulmaktadır. Bu nedenle de Koca Sinan, yapıya ekleyeceği unsurları plânına dökmüştür bile. Medrese, cami, tabhane, matbah, hamam, darülhadis, bimarhane, türbeler ve dükkânlar.
Zaman hızla akıp gitmektedir. Sultan Süleyman, bir türlü bitmeyen camisinin inşaat alanına sık sık gitmektedir. Her gittiğinde Mimarbaşı Sinan'ı bir başka işle uğraşırken görür. Uzun zaman ses etmez. Ne var ki, inşaat uzadıkça Sultan Süleyman da ömrünün kısaldığını düşünmektedir. Tek korkusu adına yaptırdığı caminin bitişini görmemektir. İşte bu endişeyle, inşaat alanına son gittinde Mimar Sinan'ı mermercilerin yanında bulur. Sinan, Padişah Hazretlerini karşısında görünce derhal yanına koşar ve ona saygı gösterir. Ancak, Padişah kızıgındır.
"Neden benim camim ile ilgilenmiyorsun Mimarbaşı? Her geldiğimde önemsiz şeylerle uğraşırken buluyorum seni. İşte sana atam Sultan Mehmet Han Hazretlerinin mimari örneği, bu yetmez mi ki sana başka işler ararsın?"
Sinan şaşırır. Beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Sultan Süleyman devam eder:
"Bu binayı kaç zamanda bitirirsin Mimarbaşı? Senden tez haber bekliyorum, yoksa sen bilirsin!"
Koca Sinan, Sultan Süleyman'ın bu şiddeti karşısında ne diyeceğini şaşırır. Yüzü bembeyaz olur:
"Yüce Padişahımın himayesinde iki ayda Allah'ın izni ile kapıyı açmak kısmet olacaktır efendim"
"İki ay tamam olunca, bu bina da tamam olmasın, seninle o zaman görüşürüz Mimarbaşı" diyen Sultan Süleyman oradan uzaklaşır.
Şimdi, "Lâle Devri'nin gülleri ve dikenleri" adlı yazımda olduğu gibi bu yazımda da Kanuni Sultan Süleyman döneminin önemli isimlerini alt alta yazıp bir anımsayalım. Bunları sık sık anımsatmamın nedeni var. O neden şudur: Devletin en parlak ve güçlü olduğu dönemlerde, çok önemli devlet adamları, bilim adamları, sanatçıları da ortaya çıkmıştır. Acaba, bu önemli insanların varlığı mı devleti güçlü kılmıştır? Yoksa, devletin gücü mü bu insanları yetiştirmiştir?
1- Osmanlı İmparatorluğu'nun onuncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman. 1494 yılında dünyaya gelmiştir. 46 yıl Padişahlığını sürdürmüştür. Yavuz Sultan Selim'in oğludur. Adına yaptırmakta olduğu cami henüz bitmediğinden, yazımda da henüz ölmemiştir. Çünkü, camisinin bitirilişini görmelidir. Padişahlığı döneminde Osmanlı, en parlak ve en güçlü yıllarını yaşamıştır.
2- Sokullu Mehmet Paşa. 1506 yılında doğmuş ve 1579 yılında ölmüştür. Sultan Süleyman, II. Selim ve III: Murat dönemlerinde toplam onüç yıl Sadrazamlık yapmıştır. Bosna cıvarındaki Sokoloviç kasabasında doğduğundan kendisine Sokullu denmiştir. Barbaros Hayrettin Paşa'nın ölümü üzerine Kaptan-ı Derya'lığa getirilmiştir. Daha sonra da Rumeli valisi olmuştur. Sultan Süleyman zamanında iki yıl Sadrazamlık yapmıştır. Fakat, Sultan Süleyman'ı Zigetvar savaşına ikna eden Sokulludur. Ancak, Zigetvar Savaşını yöneten ve kazanan Sokullu'dur.
3- Barbaros Hayrettin Paşa. 1473 ilâ 1546 yılları arasında yaşamıştır. Asıl adı Hızır'dır. Hayrettin adını Sultan Süleyman ona takmıştır. Barbaros ise Batı'nın "Barba rossa" veya "Barbe rousse" demesinden kalmıştır. Barbaros "Kırmızı sakal" ya da "Kızıl sakal" anlamlarına gelmektedir. Osmanlı'nın deniz savaşlarında çok büyük zaferler kazanmasına neden olmuştur.
4- Fuzuli. 1494 ilâ 1555 yılları arasında yaşamış çok öenmli bir divan şairidir. Kerbela'da türbesi bulunmaktadır. Türkçe Divan, Farisî Divan, Arapça Divan, Leyla ile Mecnun gibi eserleri olmakla birlikte, Arapça Divan'ı kayıptır.
Şimdi gelin, Fuzuli'nin sevdiği hanıma yazdığı şu dörtlüğü okuyalım:
"Perişan halin oldum, sormadın hali perişanım
Gamından derde düştüm, kılmadın tedbiri dermanım
Ne dersin rüzigârım böyle mi geçsin güzel hânım
Gözüm, cânım, efendim, sevdiğim, devletlü sultanım?"
Fuzuli, bu dörtlüğü yazdığı hanım ile daha sonra evlenmiştir.
5- Bâki. 1526 yılında doğmuş ve 1600 yılında ölmüştür. Divan edebiyatının en önemli şairlerindendir. İstanbul'da doğmuştur. Sultan Süleyman'ın Musahiplerinden olmuştur. Divan'ı Hammer tarafından Almancaya çevrilmiştir. Şimdi bir iki dize ile Bâki'yi de analım. Bakın şimdi hepimiz onun kim olduğunu anlayacağız. İşte örnekler:
"Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş"
"Kadrini sengi musallâda bilip ey Bâki
Durup el bağlayalar karşına yâran saf saf"
Sultan Süleyman hakkında yazdığı mersiye ise divan edebiyatımızın bir şahaseridir.
5- Mimar Sinan. 1490 yılında doğduğu doğrudur da 1588 yılında öldüğü yalandır. Siz çevrenize baktığınızda Koca Mimar Sinan'ın öldüğünü söyleyebilir misiniz? O hâlâ eserleri ile yaşamaktadır. O, Anadolu topraklarındaki ilk devşirmelerdendir. Onun zamanına kadar devşirmeler yalnız Rumeli topraklarından alınıyordu. Fakat ne büyük bir karardır Sinan'ın devşirme yapılması. Yoksa ve belki de böyle bir dehâ Anadolu topraklarında yok olup gidecekti.
6- Bütün zamanların en önemli hattatı kabul edilen Ahmed Karahisari. 1468 yılında Afyonkarahisar'da doğmuş ve 1556 yılında İstanbul'da ölmüştür. Süleymaniye camisinin kubbe yazılarını yazmıştır. Gerek ibadethane duvar ve kubbelerine, gerek levha olarak yazdığı hat eserleri bütün zamanların en güzel örnekleridir. Kanuni Sultan Süleyman'ın isteği üzerine yazdığı ve bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde korunan Kuran-ı Kerim, tek kelimeyle bir "şahaserdir".
7- Piri Reis. Doğum tarihi belli değildir. 1465 veya 1470 olduğunu yazanlar var. 1554 yılında ne yazık ki idam edilmiştir. İdam nedeni ise, Hürmüz Adası'nı ele geçirdiği halde, Ada halkından aldığı armağanlar nedeniyle Ada'yı almaktan vazgeçmesidir. 31 gemi ile çıktığı seferden iki gemiyle dönünce idamına ferman çıkarılmıştır. Çizdiği haritalar bugün bile şaşırtıcıdır. Çünkü, o haritalarda o tarihlerde henüz keşfedilmemiş topraklar da vardır.
8- Roksolan (Rosanne) 1502 yılında dünyaya geldi ve 1561 yılında öldü. Bu da kim mi? Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük aşkı, karısı Hürrem Sultan. Osmanlı Sarayı'nda kadınlar saltanatını kurmuştur. Aslen, Rus ya da Polonyalı ya da Fransız'dır. Rus olduğu hakkındaki bilgiler daha kuvvetlidir. Esir olarak Saray'a getirilmiş ve güzelliği ile dikkat çekmiştir. Kanuni'nin gözdesi ve Kadınefendisi olmuştur. Bayezıt'ın ve Mihrimah Sultan'ın annesidir.
Bu döneme kısaca göz attıktan sonra, biz yeniden dönelim külliyemize. Kanuni Sultan Süleyman, adına yapılan caminin iki ay gibi kısa bir zamanda bitirilemeyeceğini düşünmektedir. Bu nedenle de sık sık Mimar Sinan'a adamlarını gönderip sordurmaktadır. Fakat, Mimar Sinan her seferinde "iki ay" demektedir. Görevliler de buna inanmamaktadır. Onlar Padişah'ın huzuruna çıktıklarında: "Saadetli Padişahımız, mimara gayret düşmüş. İnşallah aklı başındadır. Kendisinde bu özen ve çaba varken, pek yakında caminizde namaz kılmak nasip olur" Mimar Sinan, çevrede ne kadar başıboş gezen varsa hepsini inşaata alır, çalıştırır. Ve gerçekten de iki ay sonra camiyi bitirir. Kapısını açması için anahtarını Padişah Kanuni Sultan Süleyman'a sunar. Padişah, anahtarı alır, odabaşısına döner:
"Caminin kapısını açmaya kim lâyıktır? Sen kimi uygun görürsün?" diye sorar. Odabaşı hiç kuşku duymadan: "Padişahım, Mimar Ağa kulunuz aziz bir ihtiyardır. Lokman hikmeti üzere bu hususta en çok emeği geçen odur."
Sultan Süleyman Sinan'ı yanına çağırır: "Gel azizim, bina eylediğin Allah'ın evini, gönül temizliği ve dua ile yine öncelikle senin açman uygun düşer."
Yıl 1557'dir.
Külliye tamamen bitirildiğinde karşımıza olağanüstü güzellikte düşünülmüş bir sanat eseri ortaya çıkar. Mütevazı ama muhteşem. Sinan'ın diğer eserleri örneğin Selimiye'de bir şahaserdir fakat Süleymaniye bir külliye olarak düşünüldüğünden çok farklıdır. Bir kere yapıldığı topografik mekânı nedeni ile camiyi bütün İstanbul görebilmektedir. Zamanın bilimsel koşullarına göre depreme öylesine dayanıklı bir zemine yapılmış ve temelleri öylesine karmaşık bir düzenle yapılmıştır ki, onca depreme karşın hiç bir zarar görmemiştir.
Külliye içinde Kanuni Sultan Süleyman türbesi vardır ki 1566 yılında öldüğünde buraya gömülmüştür. Kanuni'nin çok sevdiği eşi Hürrem Sultan türbesi de külliye içindedir ki Hürrem Sultan 1561 yılında öldüğünde buraya gömülmüştür.

Ve Osmanlı'nın büyük mimarı Koca Sinan'ın türbesi de külliye içindedir. Mimar Sinan, sözünde durmuş ve Muhteşem Süleyman'a, Muhteşem Süleymaniye'yi armağan etmiştir.
Bir yazarımız Mimar Sinan için şöyle yazar: "Allah'ın peygambere bir armağanı ve Türklere bir iltifatı"
Biz ne diyelim son söz olarak: "Bu dünyanın aydınlanması için bir ışık bırakanlar... Mekânınız cennet olsun."
Meraklısına Notlar:
- Süleymaniye Camisi'nde 4 minare, 10 şerefe vardır. 4 minare Sultan Süleyman'ın Osmanlı'nın İstanbul'daki 4. Padişahı olduğunu belirtir. 10 şerefe ise, Sultan Sülayman'ın Osmanlı'nın 10. Padişahı olduğunu belirtir.
- Eski Saray, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u aldıktan sonra yaptırdığı ilk Saray'dır.
-Tabhane: Gezici dervişlerin misafir edildikleri odalar.
-Matbah: Mutfak
-Darülhadis: hadis ilminin öğretildiği medrese
- Bimarhane: Akıl hastanesi
-Musahip: Sohbet arkadaşı

İSTANBUL'DA YEMEK ARAMAK



Benim ve gördüğüm kadarıyla İstanbul'u görmeye gelen yabancı turistlerin görmek ve gezmek istedikleri İstanbul, tarihi suriçi bölgesidir. Yoksa, ne Kadıköy'de, ne Ümraniye'de, ne de Kartal'da gezen bir turist ben görmedim. İstanbul'un Anadolu yakasında bir Üsküdar var, bir de Çamlıca Tepesi turistlerin ilgisini çeken.
Tarihi Suriçi bölgesinin bir çok semti tarihi ve mistik dokusunu hâlâ sürdürmektedir. Örneğin, bütün turist rehberlerinin Kâbesi olan Sultanahmet Meydanı doğal dokusuyla başlı başına bir açık hava müzesidir. Meydanda durduğunuzda iki dikilitaşı ve onların efsane olmuş yaşamlarını görebilirsiniz. Bir zamanlar başları da olan bir birine dolanmış üç yılanlı anıtı da görebilirsiniz. Onlara oranla çok daha yakın tarihli Osmanlı'ya Almanlar tarafından armağan edildiği için "Alman Çeşmesi" olarak anılan çeşmeyi de görebilirsiniz. Sultahahmet Camisi'nin altı minareli anıtsal duruşunun hemen karşısında Kanuni Sultan Süleyman'ın Sadrazamı olan İbrahim Paşa Sarayı'nı da dışarıdan görebilirsiniz. Şimdi Türk-İslâm Eserleri Müzesi olan bu sarayın sahibinin öyküsü acıdır.
İbrahim Paşa, Kanuni Sultan Süleyman'ın çocukluk arkadaşıdır. Birlikte büyümüşlerdir. Sultan Süleyman'ın kızkardeşiyle evlenmiştir. Böylece tarih yazarları tarafından "Makbul İbrahim Paşa" olarak adlandırılmıştır. Ancak, İbrahim Paşa çok kısa zamanda büyük kazançlar elde etmiş ve çok zengin olmuştur. Bu yönüyle halkın ve Kanuni'nin eşi Hurrem Sultan'ın dikkatini çekmişken, bir de sarayının bahçesine heykeller diktirince daha da dikkat çekmeye başlamış ve adı "Gâvur"a çıkmıştır.
İbrahim Paşa'nın zenginliği olağanüstü artarken, Kanuni Sultan Süleyman ile olan ilişkileri de gittikçe artmıştır. Kanuni'nın eşi Hurrem bu iki durumunu da kıskanmış. Kıskanmış ve eşinden İbrahim Paşa'nın katlini istemiş. Kanuni çılgına dönmüş. Düşünmüş taşınmış. Bir yanda Hurrem Sultan, diğer yanda İbrahim Paşa... Tabi ki Hurrem ağır basmış ve Saray'a çağırılan İbrahim Paşa katledilmiş. Mal varlığı da padişaha kalmış. Böylece tarihçiler tarafından "Makbul İbraha Paşa" diye anılan zat, yine tarihçiler tarafından "Maktul İbrahim Paşa" olarak anılmaya başlanmış.
İşte bugün Türk-İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılan sarayın sahibinin öyküsü kısaca böyledir
Rehberlerin Kâbesi Sultanahmet Meydanında gezintimize devam ederken, Ayasofya Müzesi'ni de görürüz. Ayasofya ile Sultanahmet Camisi arasında ise Mimar Sinan'ın ünlü hamamına rastlarız. Daha gerilerde ise Topkapı Sarayı ve Ara irini Kilise Müzesini de görebiliriz.
Sultanahmet turu bittikten sonra Haliç ve Haliç kıyı semtlerini gezmek tarihi İstanbul'un tanınması için şarttır. Buradaki tarihi dokuyu öğrenmeyen hiç kimse İstanbu'u biliyorum, tanıyorum diyemez. Ve İstanbul'u tam anlamıyla anlamak ve tanımak için üç gün yalnızca Suriçi bölgesinin gezilmesi gerekir. Çünkü her yapının, her anıtın bir öyküsü vardır. O öyküleri yapının ya da eserin başında öğrenilmesi, anlatılanların iyi dinlenmesi zaman alıcıdır.
Turlara ara verildikten sonra sıra yemeklere gelir.
Yabancı turistlerin büyük bir bölümü kaldıkları otellerde yemek ihtiyaçlarını gidermektedirler. Fakat bir kısmı da bizim yerli turistlerimiz gibi dışarıda yemek yemek zorunda kalmaktadırlar. Ve işte bu sırada "Nerede yemek yemeli?" sorusu cevap bekler.
İstanbul'da iyi bir lokanta bulmak çok zordur. Sıradan kebabçı dükkanlarını, lahmacuncuları, balık ekmekçileri, ekmek arası tavuk dönercileri, kokorecçileri, midye tavacıları İstanbul'un tarihi Suriçi dokusuna yakıştıramadığımız için, onları kendi hâlleriyle baş başa bırakıp şöyle eli yüzü düzgün bir lokanta arayalım deriz. Çünkü, Türk mutfağı bütün dünyaca tanınmıştır. Osmanlı'dan günümüze gelen bu Türk mutfağının çeşitlerini nerelerde bulabiliriz? Et yemekleri, sebzeliler, baharatlılar, çorbalar ve tatlılar... Yani ünlü Türk mutfağının lezzeti nerede?
Boşuna aramayın yok. Bu tür yemekleri yapan lokanta sayısı İstanbul'da bir elin parmakları kadardır. Diğerleri de Türk mutfağı derler ama inanmayın. Hiç bir özen gösterilmeden tamamen ticari kaygı ile yapılmış, ne pişirme süresine dikkat edilmiş, ne yemek içine konulacak malzemenin ve baharatın seçimine ve ölçüsüne özen gösterilmiş... Kısaca damak tadına hiç bir şey sunmayan sıradan yemekleri Türk mutfağı diye sunan lokantalar... Bunlar bırakın Türk mutfağını tanıtmayı, Türk mutfağında hayal kırıklığı bile doğuruyorlar.
Ya buralarda çalışan garsonlar?
Çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan gelmiş, bırakın bir yabancı dili, Türkçeyi bile bilmeyen genç insanlar. Müşteriye nasıl davranılacağını bilmeyen insanlar. Oturuyorsunuz bir masaya. Oturur oturmaz bir garson başınıza dikiliyor. "Ne yersiniz?". Bir nefes almadan gelen bu soruyu "ne var?" diyerek yanıtlarsınız. Elinde bir yemek listesi olmadığı için tek tek sayar. Eğer dilinden anlarsanız bir iki sipariş verirsiniz. Sonra yemekleriniz gelir. Bu sefer de masanızın çevresinde gözleri hep sizde en az iki garson dikilir durur. Canı sıkılan garsonlar oralarını buralarını kaşır. Ama, gözleri hep sizin üzerinizdedir.
Büyük bir huzursuzlukla yemeğiniz biter. Ne yediğinizden bir şey anlarsınız ne de yanınızda bir arkadaşanız varsa, onunla yaptığınız sohbetten tat alırsınız. Çünkü, lokantalar umduğunuz gibi değildir, garsonların hemen tamamı eğitimsiz insanlardan oluşmuştur. Hesabı getirirler başınızda dikilirler, bahşiş beklerler.
Yemek sonrası bir kafeye oturursunuz seyyar satıcıların, gül satıcılarının, dilenci çocukların tacizine uğrarsınız.
Tarihi Suriçi bölgesi, tarihi dokusu içinde kendi başına yaşayıp giderken, bu dokuya uygun bir yaşam tarzı ne yazık ki oluşturamadık. Turing Otomobil Kurumu ve rahmetli Çelik Gülersoy bunu tek başına yapıyordu, İstanbul düşmanları ona da engel oldu.
İnsanı yabancı, lezzeti yabancı, kokusu yabancı... Kendine yabancı düşmüş dünyanın incisi bir kent...
Gerçek İstanbullular neredesiniz? Sizleri çok özledik. Yemeklerinizi özledik, selâmınızı özledik, şarkılarınızı özledik, kokunuzu özledik, giyiminizi özledik.
Gerçek İstanbullu belediye başkanları, valiler, emniyet müdürleri, millet vekilleri... Ne zaman yönetime geleceksiniz?
Biliyorum, özlediklerim artık dönmemek üzere gittiler. İstanbul'da görev yapacak İstanbullu ise kalmadı. Doğulular, İstanbul'dan intikamlarını alıyorlar. Asırlardır kıskandıkları kenti rezil ediyorlar. Bilerek, planlayarak.

KÜLTÜR MİRASI İSTANBUL



Kuruluşları çok eskiye dayanan ve hattâ kuruluş tarihleri tam olarak bilinmeyen kentlerin, ilk kuruluşları hakkında çeşitli efsaneler söylenegelmiştir. Bu efsanelerin yaradılışları ve efsanenin konusu, o kentin bulunduğu coğrafi, tarihsel veya kültürel durumuna göre değişir.
İstanbul kentinin ilk kuruluş yeri bugün Sarayburnu ya da Tarihi Yarımada olarak adlandırılan bölge olarak kabul edilir. Bu kentte yaşayanlar ya da bu kentte yaşamayıp bir yerlerde bu kenti merak edip okuyanlar ve resimlerini görenler, Sarayburnu dediğimiz yeri hemen gözlerinde canlandırırlar. Üç tarafı sularla çevrili bu kara parçası sanki Boğaziçi'ne doğru yol alan büyük bir gemi görünümündedir. Anlaşıldığı gibi bir yarımada olan Sarayburnu her türlü konumu bakımından insanlığın her zaman yerleşmek istediği ve elinde bulundurmak istediği bir yerdir. Çünkü, bir yanında Haliç diğer yanında Marmara Denizi olması nedeniyle doğal bir koruma alanı içindedir. Su yolu geçişi üzerinde bulunması nedeniyle ticaret yapılmasına uygundur. Ayrıca ilk yerleşim alanlarından günümüze insanların yerleştikleri ve uygarlıkların geliştiği yerler hep nehir, göl, deniz kenarları olmuştur.
Bugünkü İstanbul kentinin ilk yerleşim yerleri, Avrupa yakasında Yarımburgaz'dır. Yarımburgaz mağarasında Orta Paleolitik Çağ'a ait olduğu tespit edilen çeşitli aletler bulunmuştur. Asya yakasında ise İÖ 4. binyıl sonrasına tarihlenen Fikirtepe'de, Kalkolitik Çağ'a ait çeşitli buluntular ortaya çıkarılmıştır. Ancak, bu yazının amacı yalnız Sarayburnu, Tarihi Yarımada ya da Suriçi Bölgesi olduğundan, İstanbul'un bugün ulaşmış olduğu geniş coğrafi alanı dikkate almayacaktır.
Yazının başında kuruluş tarihleri çok eskiye dayanan kentlerin kuruluş efsaneleri vardır dedik. İstanbul'un da bir kuruluş efsanesi vardır. Bu efsane İstanbul kentinin bulunduğu coğrafi güzelliği anlatacak şekilde olduğundan önemlidir.
Hepimizin bildiği bu efsaneyi gelin yeniden okuyalım ve bilgilerimizi tazeleyelim: İÖ 658 yılında Megaralı Byzas ve adamları yeni bir kent kurmak için arayışa başlarlar. Yola çıkmadan önce bir de Delf tapınağının kâhinine danışırlar. Delf tapınağı kâhini Megaralı Byzas ve adamlarına "Gidin ve kuracağınız kenti körler kentinin karşısına kurun" der. Megaralılar, Korent'i bırakıp yeni kentlerini aramaya başlarlar. Uzun yolculuktan sonra bugün Sarayburnu dediğimiz yere gelirler. Byzas ve adamları bu doğal korunaklı, sularla çevrili, yemyeşil yarımadaya büyülenircesine bakarken, karşı yakada bir Finike sömürgesi olan Halkedon'u (Kadıköy) görürler. Bulundukları yeri görmeyip Halkedon'da yerleşim yeri kuranlar, Megaralılara göre kördür. O halde karşı kıyıda körler vardır ve Delf tapınağı kâhininin dediği körler bunlardır. Byzas ve adamları kâhinin bu noktayı belirttiğini kabul ederler ve bulundukları yere yerleşirler. Efsaneye göre ilk İstanbul yerleşimi de budur.
Byzas ve adamlarının kenti Bizantion İÖ 146 yılına kadar bağımsız kalsa da, bu tarihten sonra Roma Cumhuriyeti'ne bağlanmak zorunda kalmıştır. İS 73 yılında ise Roma'nın Bitinya-Pontus eyaletine dahil edilmiştir.
Bugünkü bilgilerimizle Byzas ve adamlarının kurduğu Bizantion kentinin sınırları bilinmemektedir. Ancak, İstanbul Marmaray projesi sırasında yapılan kazılarda tesadüfen bulunan bazı sur kalıntıları, bizlere İstanbul hakkında daha kapsamlı bilgiler sunacaktır.
Byzas'ın Bizantion'undan sonra İstanbul; Roma, Doğu Roma ve Osmanlı Devletlerini topraklarında barındırmış ve onların imparatorluklarına başkentlik etmiştir. Bir kentin bu kadar uzun zaman yalnız üç el değiştirip kalmasının nedeni, ilk kuruluş tarihinden bu yana kenti çevreleyen surlardır. Kara ve deniz surları olarak yapılan bu yapılar çeşitli tarihlerde bir çok istilacının amacına ulaşmasını önlemiştir.
Bilinen ilk surlar Septim Sever tarafından kara suru olarak yapılmıştır. Daha sonra Konstantin surları gelir. Yaklaşık bir asır sonra Konstantin'in surları kullanılarak Theodosius surları yapılır. Daha sonra 2. Theodosius surları, Jüstinyen surları bu güzel kenti düşmanlardan korumuştur. Kara surlarının dışında bir de deniz surları vardır ki bugün bildiğimiz kadarıyla Haliç ve Marmara sahillerini çevreleyen bu surları Konstantin, kara surlarıyla birlikte yaptırmıştır. Daha sonraki dönemlerde bu deniz surlarına eklemeler yapılarak kentin korunması sağlanmıştır.
1509 yılında meydana gelen depremde İstanbul kenti büyük hasar görmüştür. Birçok tarihi eser yıkılırken, surlar da bu depremden nasiplerini almış ve yıkılmıştır. İşte bu depremin yıktığı surları 2. Beyazıt yeniden inşa ettirmiştir. 1635 yılında ise bu kez 4. Murat surları onartmıştır. İstanbul'a sonradan adına "Lâle Devri" denilen güzel günleri yaşatan Padişah 3. Ahmet ve onun kadar önemli Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa zamanında 1721-1723 yıllarında bu eski surlar yeniden gözden geçirilmiş ve onarılmıştır.
Megaralı Bizas ve adamlarından sonra bu kente gelen Romalılar, artık eski başkentleri olan Roma'nın barbarlardan gelen saldırılarla fazla ayakta kalamıyacağını anlamaya başlamışlardı. Bir de İmparator Konstantinus'un Hıristiyanlığa olan ilgisi, o zamana kadar pagan yaşamış Roma halkını kızdırmıştı. Böylece Kontantinus Byzas'ın kentine bir daha Roma'ya dönmemek üzere yerleşmiştir. Nitekim, kısa bir süre sonra Batı Roma İmparatorluğu barbarların akınıyla yıkılacak ve Doğu Roma İmparatorluğu 1453 yılına kadar varlığını sürdürecektir. Doğu Roma İmparatorluğu, 19.yüzyıl tarihçileri tarafından Bizans İmparatorluğu olarak anılmaya ve yazılmaya başlanmıştır. Fakat, yaşadıkları dönemde onlar kendilerini Roma İmparatorluğu'nun devamı saydılar. Yalnız dinlerini ve dillerini değiştirdiler. Pagan dininden tek tanrılı din olan Hıristiyanlığa girdiler. Latinceden Yunancaya geçtiler. 1453 yılında Sultan 2. Mehmet tarafından tarihten silinene kadar da (4. Haçlı Seferi'nde Lâtinlerin işgali hariç) aynı dini ve aynı dili yaşattılar.
1453 yılında Sultan 2. Mehmet İstanbul'u aldığında artık yüzyılların kenti yeni bir kimliğe bürünüyordu. Bu kimlik Türk ve İslâm kimliği idi. Sultan 2. Mehmet, uzun yıllar bu kentin Konstantinapolis olarak anılmasına ses çıkartmadı. Zaman içinde de çeşitli adlarla anıldı. Yüzyılların bu güzel kenti 1453 yılından bu yana ise bir Türk kenti olarak varlığını sürdürüyor. Bu kadar uzun yaşı olan ve dünya uygarlığının en önemli devletlerine, imparatorluklarına başkentlik etmiş bir kentin bize miras kaldığını anlayacak kadar bilgimiz vardır sanırım. O halde biz de bu mirası başarılı bir şekilde gelecek kuşaklara devretmek zorundayız. Bunun için de mutlaka tarih bilgimizle bu kenti öğrenmek ve sevmek zorundayız. Bakınız, bunca zamanın birikimiyle İstanbul kenti bir açık hava müzesi niteliğindedir. Bu kenti gezerken bunlara dikkat etmek zorundayız.
Düşünün, Valens Sukemeri 2. Teodosius zamanında bitirilmiş ve kentin büyük havuzuna (Tauri Forumu'ndaki) su getirilmiştir. İstanbul'u gezerken bu Sukemeri'nin o zamanki önemini kavrayabiliyor muyuz? Ya kentin su depoları olan sarnıçları gezerken tarihi de gezmiş olmuyor muyuz? Ortaçağ'a damgasını vurmuş koca bir imparatorluğun bize bırakmış olduğu daha bir çok dini, askeri, sivil yapılar var. Kiliseler, şapeller, anıt sütunlar, saraylar... Bunlar yaklaşık iki bin beşyüz yıllık İstanbul kentinin Bizas ve adamlarının, Romalıların ve Bizanslıların bizlere mirasıdır. Son İstanbul kentinin sahipleri ise Türklerdir. Osmanlı Devleti'nden bizlere kalan miras ise görece daha yakın tarih olduğundan daha dikkatli korunarak günümüze kadar gelebilmiştir. Bunların başında elbette camiler gelir. Sonra Osmanlı Sarayları görülmesi gereken tarihi varlıklardır. Çoğunlukla bulunduğu mahalleye adını veren küçük şirin mescitleri sakın unutmayın.
Bugün varlıkları bilinmeyen ama İstanbul'un bir çok semtinde bulunan Osmanlı dönemi hanlarını araştırın bulun. Roma'nın hamamlarıyla yarışan Osmanlı hamamlarının içini gezin ve tarihden gelen kurna ve su sesini dinleyin. Mısır Çarşısı'nı, Kapalı Çarşı'yı tarih sevgisiyle gezin. Özellikle 3. Ahmet döneminde yapılmış olan abidevi çeşmelere bir bakın. Hiç bir ayrıntıyı kaçırmayın. Yalnız, ister Bizans ister Osmanlı, hangi tarihi eseri gezerseniz gezin, freskleri, ikonları, mozaikleri, hat eserlerini, çini kaplamaları gözden kaçırmayın. Çünkü onlar da bize bırakılan en değerli ve en önemli miraslardır. Korumak için sevmek gerekir; sevmek için tanımak gerekir. Haydi! İstanbul'a nereden gelmiş olursanız olun, ama önce kenti tanımaya çalışın. Onun bir canlı varlık olduğunu ve nefes alıp verdiğini düşünün. Onu sevin. Ona saygı gösterin, çünkü o bizlerden çok çok büyük ve yaşlı.
Ne olur bu dünya güzeli kentte yaşamış tüm atalarımızın mirasını koruyalım ve daha güzel şekilde çocuklarımıza bırakalım. Unutmayın, İstanbul'u gezmek bile başlı başına bir tarih dersidir.

YİTİRİLEN İSTANBUL



Bugün, özellikle 1950'li yıllardan sonra büyük göçleri kabul etmiş olan İstanbul kenti, geçmişte ve hattâ yakın tarihlere kadar kendi başına bir kültür, sanat, yaşam tarzıyla dünya kentlerine örnek bir ekoldü.
Ancak, çok partili siyasi yaşama geçtiğimizde her şeyin "hürriyet" sayıldığı bir kargaşayı da gündelik yaşantımıza sokmaya başlamıştık.
Çok partili yaşantımızın siyasal boyutlarını siyaset tarihçilerine bırakır ve biz bir sanat tarihçi olarak, siyasetteki bu değişimin İstanbul yaşamına etkilerini incelersek, karşımıza üzüntü verici bir çok gelişme çıkar.
Önce nüfus patlaması dikkati çekmektedir. Örneğin; 1927'de 691 000 olan insan sayısı, 1945 yılına kadar ancak 844 000'e kadar yükselmiştir. 1950 yılında 1 010 000' e çıkan insan sayısı bir daha asla düşmemiştir ve giderek hızlı oranlarda artmıştır. 1955'te 1 215 000 kişiyizdir artık. 1960 yılında ise 1 460 000... 1975'de 2 260 000; 1990'da 7 309 190 ve bugün yaklaşık 15 000 000!
Çok partili siyasal yaşantımız göreceli bir özgürlüğü getirdiği görülür. Tek partinin disiplinli yaşam tarzından sıkılmış ve özellikle yeni bir dünya savaşının sıcak çatışmasına girmemiş olsak bile, sıkıntılarını ve yokluklarını yaşamış ülke insanları olarak siyasi değişim kaçınılmaz olmuştur. Büyük bir olasılıkla o koşullarda Demokrat Parti değil, komünist parti bile olsa Cumhuriyet Halk Partisi'nin yerine halk oyu ile yönetime geçerdi. Çünkü, halk sıkılmış, bunalmış, yokluk, yoksulluk görmüştür.
Yeni partiyle birlikte yeni ekonomik sözlerde dolaşmaya başlamıştır. Ama, hep ekonomik sözler... Örneğin; liberalizm, serbest ekonomi, her mahallede bir zengin yaratma coşkusu... Bunların ardından gelen yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, torpil kavramları.
Tek partili yaşantımızdan sonra, çok partili yaşantımızda bir daha yaşantımızdan hiç çıkmayacak kavramlar.Sonra İstanbul'a gözünü diken yönetim. Tek bir emir vardır: "Asfalt yol yapın, varolanları genişletin bu uğurda önünüze ne çıkarsa yıkın!". Çünkü, Amerika araba üretmektedir ve pazar aramaktadır. Bu pazarlardan biri de Türkiye topraklarıdır. Türkiye insanı zenginleşmelidir ki Amerikan arabaları alsın, yollar yapılsın ki arabalara yer açılsın.
Şu zamanda bu yazdıklarım belki çok anlamsız gelebilir, ama bir de 1950'li yılların koşullarında durumu değerlendirin. Dünya ekonomisinin neler üzerinde ayakta kaldığını bir gözden geçirin.
Tüm bunlar yaşanırken İstanbul kenti şantiyeye dönüştürülmüştür. Eski binalar hiçbir kaygı duyulmadan yıkılmıştır. Bir çok tarihi eser niteliğindeki yapı yerlebir edilmiştir. Bir çok tarihi eserin şekli değiştirilmiş, yerleri kaydırılmış veya bakşa yere taşınmıştır. Bir çok yabancı kent planlamacı duruma müdahale etmek zorunda kalmış ve İstanbul'u bu yıkımlardan kurtarmak için öneriler sunmuşlardır. Fakat, bütün vurdumduymazlığın "hürriyet" sayıldığı yeni sistemde hiç kimsenin dediklerine kulak asılmamıştır.
Oysa, İstanbul kentinin bütün dünya kentlerinden çok büyük bir ayrıcalığı vardır. Bu kent, uğrunda çok kişinin savaştığı bir yerdir. Tarihte üç büyük uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Roma'nın, Bizans'ın ve Osmanlı'nın başkentidir. Bir kentin başkent olması demek yalnızca yönetim merkezi anlamında değildir. Başkent olmak o kentin sanat ve kültür anlamında da başkent olduğu anlamındadır. En önemli sanat eserleri buradadır. En büyük ibadethaneler yine buradadır. Başkentin kendine özgü yaşam tarzı buradadır.
Roma İmparatorluğu'ndan günümüze pek fazla yapıt kalmasa da, Bizans dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu'nun en önemli ve özgün yapıtları İstanbul'dadır. Aynı durum Osmanlı Devleti için de geçerlidir. Osmanlı'nın en önemli yapıları, türbeleri, hanları İstanbul'dadır.
Bugün bile Marmaray projesi nedeniyle başlatılan kazı çalışmaları bu projeyi durdurma noktasına gelmiştir. Çünkü, her kazma vuruşunda bir tarihe ulaşılmaktadır. Zamanımızda iletişim olanakları geliştiğinden ve olup bitenlerden bütün dünya insanlarının aynı anda haberleri olmasından, Marmaray kazı çalışmaları sürdürülememektedir. Çünkü, artık "önünüze ne çıkarsa yıkın!" diyen insanlara, tüm dünya kültür insanları "dur" diyor.
Ya 1950'li yıllarda yapılan kazılarda yitip giden yapıtlar ne oldu? 1980'li yıllarda Haliç'i temizlemek için yapılan kazılardaki tarihi binaları bir daha nasıl göreceğiz? Görmesek ne mi olacak? Ne olacak, İstanbul'un her yanı lahmacun, kebap kokacak, geğire geğire dolaşan göbekli ve gözlerinin altından sakalları çıkan erkekler; yüz kilo çeken, türbanlı, pardüsülü, terlikli kadınlar bu tarihi kenti bilmeden bu toprakları çiğneyecekler. Ve ne yazık ki, 21. yüzyıldan bakıldığında 6. yüzyıldan bile ne kadar geri kaldığımızın ayrımında olmadan sürdüreceğiz yaşantımızı.

TARİHİMİZLE ÖVÜNMEK



Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453 tarihinde Topkapı surlarından Doğu Roma İmparatorluğu topraklarına girmiştir. Bu sırada İ.S. 329 yılında ikiye bölünen ve 1453 yılında milyonlarca kilometrelik alandan bugün Suriçi bölge dediğimiz yerde sıkışmış kalmış Doğu Roma İmparatorluğu, en iddialı rakkama göre 60 bin nüfusa sahiptir. Osmanlı Devleti'nin yalnızca sur çevresinde bulunan ordusu ise yaklaşık 300 bin kişidir.
Sultan Mehmet'in, Osmanlı'da bir gelenek olan, savaşa başlamadan önceki "Teslim olun canınıza, malınıza dokunulmayacaktır" önerisini Doğu Roma İmparatoru Konstantin kabul etmemiştir. Böylece çok kez ele geçirilmek için kuşatılan İstanbul şehri bir kez daha kuşatılmıştır.
Her kuşatmada çok korunaklı İstanbul surları şehrin ele geçirilmesini önlemişti. Bu kez ellidört gün dayanabilmişti. Girilimez denilen ve girilemezse İstanbul ele geçirilemez denilen Haliç'e Osmanlı orduları girmiştir. Doğu Roma İmparatoru Konstantin'in kahramanca savunduğu İmparatorluğu bu tarihte yıkılmış, Konstantin de bu savaşta ölmüştür.
Doğu Roma İmparatorluğu çok imparator görmüştür. Kaderin cilvesine bakın ki; Konstantin'in kurduğu İmparatorluk, yine bir Konstantin zamanında yıkılmıştır.
Ellidört gün süren kuşatma ve savaş sonunda Sultan Mehmet İstanbul'a Topkapı surlarından girmiştir. At üzerinde ilerlerken yüzyıllardır atalarının bir düşünü gerçekleştirmenin onurunu yaşamıştır.
Sultan Mehmet, yol boyunca su kemerlerini, kiliseleri, anıtsal dikilitaşları görerek, adını çok duyduğu Ayasofya Kilisesi'ne gelmiştir. O gününün tarihyazıcıları, Sultan Mehmet'in bu yapıdan çok etkilendiğini ve içine girip ilk namazını kıldığını yazarlar. Ayasofya'nın hemen arkasında Aya İrini kilisesi vardır. Çevresinde ise Doğu Roma İmparatorluğu'nun Büyük Saray'ı. Ancak, Büyük Saray eski şatafatlı günlerinde değildir. Çünkü Dördüncü Haçlı Seferine çıkan Latinler İstanbul'u yaklaşık elli yıl işgal etmişler ve yağmalayıp, yıkmışlardır.
Sultan Mehmet İstanbul'u aldıktan sonra "Fatih" ünvanına kavuşmuş ve artık tarihe Fatih Sultan Mehmet olarak geçmiştir. Fatih, İstanbul'u başkent yaptığında ilk sarayını bugün İstanbul Üniversitesi bulunan Beyazıt'ta yaptırmıştır. Burada 15 yıl kadar oturan Fatih, daha sonra Yeni Saray olarak adlandırılan ve bugün, kapısında topların bulunduğu için halk tarafından Topkapı Sarayı olarak adlandırılan saraya taşınmıştır. Bu Saray'da değişik dönemlerdeki eklemelerle günümüze kadar gelmiştir.
1453 yılı Türk-İslam ve dünya uygarlığı için önemlidir. Çünkü, Ortodoks aleminin önemli bir kalesi çökertilmiştir. Bununla beraber İslâm dünyasının itibarı ve güveni artmıştır. Ancak, fetihten sonraki üçgünlük kenti yağmalama izni ne yazık ki çok kötüye kullanılmıştır. Osmanlı'nın kin dolu askerleri çok değerli el yazması eserleri, birçok sanat eserini, ikonaları ve kiliseye ait başka değerleri eserleri yoketmişlerdir. Yine bu fetihten sonra ilginç olan Osmanlı Devleti'nin 150 yıllık tarihine imzasını atmış olan Çandarlı ailesinden Halil Paşa'nın, Fatih tarafından idam edilmesidir. Böylece Türk soyundan gelen Çandarlı ailesi saltanatına son verilmiştir.
Osmanlı savaş geleneklerine göre, fetihten sonra üç gün "ganimet toplama" izni veriliyordu. İstanbul'un fethinden sonra da bu izin verilmişse de, Fatih'in bir çok olaya el koyduğu ve daha fazla yıkıma izin vermediği söylenir. Nitekim bir çok yapıyı korumak için kiliseleri cami yapma hareketi başlatılmıştır. Ayasofya camiye çevrilmiştir. Sergois Baküs kilisesi Küçük Ayasofya; Aya Yani Stüdyon kilisesi İmrahor Camisi; Hora Kilisesi Kariye Camisi; Aya Andra kilisesi Kocamustafapaşa Camisi; Teotokos kilisesi Kalenderhane Camisi; Aya Filyos kilisesi Fethiye Camisi gibi isimler takılarak yaşatılmıştır.
Ama daha da önemlisi, bugünkü Topkapı Sarayı'nın yapımı sırasında, saray avlusunun biraz dışında bırakılan Ayasoyfa ve Aya İrini kiliselerine dokunulmamasıdır.
Doğal afetler dışında Fatih Sultan Mehmet döneminden başlayarak Osmanlı'nın son padişahına kadar hiç bir dönemde Roma ya da Doğu Roma (Bizans) eseri yıktırılmamıştır. Yıktırılmamış üstelik yıkılmaması için onarımlar yapılmıştır.
Bunlar neyin ifadesidir?
Bunlar Osmanlı'nın uygarlığının ifadesidir. Yaşadıkları zaman içinde yaşayan dünya dillerinden en az üçünü bilen; her biri bir sanatkâr olan Osmanlı padişahlarından da bu beklenmez miydi? Neden bunları küçümsüyorsunuz? Bugün bile "çağdaş" dediğimiz "süper" dediğimiz ülkeler işgal ettikleri ülkelerin tarihi eserlerini bombalayıp, yağma etmiyorlar mı? Afganistan'da mollalar Buda heykellerini yıkmıyor mu? Sırplar, Bosna'nın Osmanlı yapılarını bombalamıyor mı?
Özellikle kuruluşunun 700. yılından sonra başlayan Osmanlı'yı yeniden keşfetme yolculuğunda gerçekleri görelim. Tarihte kalmış bir Osmanlı Devleti uygarlığını okuyalım. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin bir bireyi olarak tarihimizden övünmekten korkmayalım.

YENİÇAĞ NE ZAMAN BAŞLAR?



Avrupalı tarihçiler dünya tarihini çağlara bölmüşlerdir. İS 5-15. yüzyıllar arasına ortaçağ denmiştir. 15 yy'da ise ortaçağ kapanıp, yeniçağ başlamıştır. Peki 15. yüzyılda ne olmuştur da ortaçağ bitip yeniçağ başlamıştır?

İlkokul sıralarından başlayarak öğretildiğine göre, Sultan II. Mehmet'in İstanbul'u alması çağ değişimine neden olmuştur. İstanbul'un Türkler tarafından alınması büyük bir olaydır. Ve hepimize öğretildiği gibi gerçekten de bu olay mı, ortaçağı kapatıp, yeniçağı açmıştır?
Haydi şimdi tarihe küçük bir yolculuk yapalım ve o günlere dönüp, öğrendiklerimiz ne kadar doğru bir bakalım.
İstanbul'un alınması Sultan II. Mehmet için elbette büyük bir olaydır. Çünkü kendisini kanıtlayacak bir zafer kazanmak zorundaydı. Ataları büyük zaferlere imza atmıştı. Bu gelenek böyle sürdürülmeli ve başarının sırrı kuşatmalardan, fetihlerden, savaşlardan geçmeliydi. Zaten, 19. yüzyıl tarihçilerinin Bizans İmparatorluğu diye ad taktığı, Doğu Roma İmparatorluğu yalnızca Konstantinopolis'de sıkışmış kalmış bugün Suriçi dediğimiz bölgedeydi. Galata dışındaki her yan Osmanlı Devleti'nin elindeydi. II. Mehmed'in kuşatmaya başlamadan önceki Bizans'ın nüfusu 80-85 bin dolaylarındadır. Kuşatma başladığında korkup kaçanlardan sonra bu nüfus 35-40 bine inmiştir. Bu nüfusun yaklaşık 15 bini erkektir. Bizans çok küçük bir alanda sıkışmış kalmış, bütün yardım yolları kapanmış, nüfusu azalmıştır. Savunmasını yapacağı surlardan ve Haliç'e çektiği zincirden başka güveneceği hiç bir şey kalmamıştır.
II. Mehmet buna karşın Macar Urban'a dev toplar döktürüyor, hazırlıklarını ciddi bir biçimde sürdürüyordu.
İstanbul'un fethi üzerine kitap yazan tarihçiler, iki ordunun savaşan kuvvetleri sayısında ortak bir nokta bulamamışlardır. Dukas, Barbaro, Frantzes, Leonardo, Tursun Bey, Tedaldi, Dolfino, Halkondil, Kritovulos, Aşık Paşa zade, Hammer, Shculum, Vlasto, Ostrogorksy, Runcıman, Gibbon, Dichl, Levçenko, Uzunçarşılı, Dirimtekin gibi yerli ve yabancı yazarların her iki taraf için verdikleri sayılar birbirlerini tutmamaktadır. Ama, genel kanı, Bizans'ın savaşabilecek kara askeri 15 bin kadardır. Osmanlı'nın ise 150 bin kadardır. Her koşulda Bizans'ın işi zordur. Çevresi her yandan kuşatılmıştır, Sultan Mehmed olağanüstü büyüklükte toplar döktürmüştür ve asker sayısı Bizans'tan on kat fazladır.
Her şeye karşın Bizans İmparatoru Konstantin kahramanca savaşmış ve ölmüştür. Böylece bir Konstantin'in kurduğu kent bir başka Konstantin'in zamanında yitirilmiştir.
Bu olayı anlatmamdaki amaç, İstanbul'un Türkler tarafından alınması, askeri açıdan büyük bir olay değildir. Çünkü karşınızda denk bir kuvvet yoktur. Ayrıca karşınızdaki kuvvetin hareket edecek alanı da yoktur. Ama, bu olay psikolojik olarak tüm Batı dünyasını ve özellikle Ortodoks dünyasını sarsmıştır. İslâm dünyasını ise gururlandırmıştır, onurlandırmıştır, kişilik kazandırmıştır
Tarih 29 Mayıs 1453'tür ve İstanbul Türklerin eline geçmiştir. Aynı yıllarda Avrupa'da Rönesans dönemi başlıyordu. Astronomide yeni görüşler ortaya atılıyordu. Kağıt yaygın uygulama alanı buluyordu. Matbaa gelişiyordu. Pusula bulunmuştu. Barut kullanım alanına girmişti. Kentlerde soylular, tüccarlar, rantiyeler ve zanaatçılar bir arada yaşamaya başlayıp, kiliseye karşı birlikte direniyorlardı. Yeni bir edebiyat beğenisi yayılıyor bu da kültür tekelini din adamlarından alıyordu. Hümanizm bir dünya görüşü olarak ortaya çıkıyordu. Yunan Roma uygarlıkları ve onların değerleri yeniden keşfediliyordu. Siyasal düşünce yapı, Machiavelli tarafından ortaya atılıyordu. Perspektif kuralları ortaya konuyordu. Güzel sanatlarda büyük ilerlemeler kaydediliyordu. Dinsel bağnazlıklar kırılmıştı. Mimaride yeni tarzlar deneniyordu.
Yine İstanbul'un fethedildiği tarihlerde büyük coğrafi keşifler başlamıştı. 1492 tarihinde Kristof Kolomb Amerika'yı keşfetmişti.
Bir tarafta İstanbul'un fethi, öbür tarafta dünyayı yeniden biçimlendirecek olaylar. Elbette İstanbul'un fethi Türk toplumunun toprak kazanması açısından büyük bir olaydır. Zaten ortada kalmış Bizans'ın alınmasıyla Anadolu'nun topraklarıyla Rumeli toprakları birleşmiştir.
Sizce ortaçağı kapatıp yeniçağı açan olay hangisidir?

KANUNİ DEVRİNİN DÖRT İLGİNÇ OLAYI



Olay no : 1 "Molla Kaabız'ın İnadı."
Devir, Kanuni Sultan Süleyman devridir. Yani, Osmanlı'nın en parlak günleridir. Kanuni deyince aklımıza iki ad daha gelir: Hürrem Sultan ve Veziriazam İbrahim Paşa gelir.
Oysa, aklımızın ucundan bile geçmeyen ilgi çekici olaylar bu devirde yaşanmış, ama kahramanları anılmadan çekip gitmişlerdir.
İşte yine bu yıllardayız. Yani on altıncı yüzyıl ve tarih 1527. Molla Kaabız denen bir kişi, İran'dan çıkmış gelmiş ve ilginç savlar ortaya atmıştır. Bu mollaya göre, Hz. İsa, Hz. Muhammed'den daha üstün bir peygambermiş. Hoppala! On altıncı yüzyılda ne işi var bu düşüncedeki bir mollanın? Elin ağzı o zamanlarda da torba değildi ki büzesin. Molla bu, konuştukca konuşmuş, konuştukca da çevresine yandaş bulmaya başlamış. Bizim Sünni ulemalar durur mu? Kimdir bu kâfir deyip, merakla ve hemen yakalatmışlar mollayı. "Söyle bakalım molla nedir senin derdin?" Molla Kur'an ayetlerinden örnekler vererek İsa'nın, Muhammed'den nasıl üstün olduğunu anlatmış durmuş. O anlatırken, Divan-ı Hümayun'un, Adalet Kasrı'ından ve tel örgüler ardından Kanuni de dinlermiş. Duruşma yapılıyor, adil olmalı. Sonra siz bakmayın, padişahlar meraklı insanlardır. Bu mollanın dediği ne derece doğrudur, merak etmiş olmalı Süleyman. İlk günün mahkeme üyeleri Fenarizade Muhyiddin Çelebi ve Kadri Çelebi'dir.
Molla, görüşlerini anlatır, anlatır, anlatır. Bizim kadılar savları çürütemezmiş. Ama buna karşın mollanın da kellesi gitmek zorunda. Nasıl bir kılıf uyduracaklar? Uydurdular bir kılıf ve mollayı idama mahkûm ettiler. İdam hükmü Makbul İbrahim Paşa'nın önüne gelince, çağırdı kadıları:
-Bre insafsızlar, bre vicdansızlar! mahkemenizi ben de izledim; mollanın hiçbir görüşünü çürütemediniz, bu mu adalet? Böyle idam olmaz, mollanın görüşlerini çürütmeden idam olmaz!
Bizim kadılar boyunları eğik, işittikleri azarın utancıyla çıktılar dışarıya. Ama bu sefer de Süleyman, mollanın bırakılmasından hoşlanmadı. "Peygamber efendimize huzurumuzda hakaret eden bu kişi nasıl olur da bırakılır!" diye bağırıyordu. Ertesi günü Şeyhülislâm Kemalpaşazade ile İstanbul Kadısı Sa'di Çelebi'den oluşan mahkemede mollanın görüşleri tek tek çürütüldü. Mahkeme sonunda da molla idama mahkûm edildi. Şimdi herkes adil yargılamadan dolayı mutluydu. Molla Kaabız inatçı adam. Bir tutturmuş "İsa büyüktür Muhammed'den" diyor, başka da birşey demiyor. Mahkeme kurulu Kaabız'a tekrar tekrar soruyor:
"Vazgeçecek misin bu batıl ve kâfir inancından, alacak mısın sözlerini geriye, bak kellen gidecek".
Kaabız, Nuh diyor peygamber demiyor. İnanmış adam ne yaparsınız? Sözünden dönmüyor. Ve kellesi kesilip atılıyor.
Olay no: 2 "Bir Fahişenin Başına Gelenler"
Yine Kanuni dönemindeyiz. Bu kez yıl 1541'dir. İstanbul'da bir kadının fuhuş yaptığı savunulmaktadır. Bu iş vezirazamın işi. Vezirazam da artık maktul olan İbrahim Paşa değil, ondan sonraki ikinci vezirazam Lütfi Paşa'dır. Koskoca Lütfi Paşa, koskoca Osmanlı Devleti'nin başkentinde buna izin verir mi?
"Yakalayın getirin şu fahişeyi" diye bir emir salmış ve emir o saat yerine getirilmiş. Tutmuş fahişe denilen kadıncağızı, vezirazamın karşısına dikmişler. Gencecik, güzeller güzeli bir kadın. Lütfi Paşa kadına bakar, kadın da Lütfi Paşa'ya. Biraz sonra bu güzellik karşısında kendini anca toparlayan Lütfi Paşa kadına demediğini komamış. Ve cellatlara emrini vermiş:
"-Bu kadının önce cinsel organını usturayla oyun, sonra da idam edin!"
Dedikleri hemen yapılmış. Yapılmış ama, olay Saray'da da çalkantı yaratmış. Lütfi Paşa'nın eşi de padişahın kızkardeşi Şah-ı Huban Sultan. İşte bu olayı duyan Huban Sultan, Lütfi Paşa'yı çok ayıplamış ve "Hangi vezir zamanında böyle bir olay olmuştur da senin zamanında olmaktadır!" demiş. Demiş ama Lütfi Paşa'dan da bir Osmanlı tokadı yemiş.Bunun üzerine cariyelerle haremağaları da Lütfi Paşa'yı bir güzel dövmüşler. Olayı öğrenen Kanuni Süleyman vezirazamını derhal görevinden almış ve sürgüne göndermiş. Şah-ı Huban da Lütfi Paşa'dan boşanmış.
Olay no: 3 "Süleyman Az Kaldı Boğuluyordu."
Şimdi anlatacağım olay İstanbul'un yüzlerce yıldır değişmeyen kaderini de gözlerimizn önüne sermektedir.
Tarih 20 Eylül 1563'dür. Padişahımız yine Kanuni'dir. İşte bu tarihte bir yağmur başlar, bir daha da durmak bilmez. Bir gün bir gece, göğün dibi delinmiş gibi hiç durmaz. Her tarafı su basar. Dereler taşar, köprüler çöker. Yağmur durmaz. Dualar da yarar getirmez. İstanbul sular altında kalır. Bu kadar yağmura, su baskınına karşın bir de yangın başlar mı? Al başına derdi.
İyi de bu kadar olay olurken padişah efendimiz sarayında yok, o nerede? O Yeşilköy dolaylarında avlanmaktadır. Ama birazdan kendisi de av olacaktır da haberi yoktur. Süleyman yağmuru görünce çevredeki İskender Çelebi Sarayı'na sığınır. Ama yağmur durmaz, sel suları bu sarayı da basar. Padişah boğuldu boğulacak! Yaşlılık günleri de, hareket olanakları kısıtlı. Allah'tan enderun ağaları padişahımızı sırtladıkları gibi boğulmaktan kurtarırlar da Osmanlı başsız kalmaz.
Bu olaydan sonra Mimar Sinan'a bol miktarda iş düşmüş, köprüler, su kemerleri, suyolları yapmasına olanak sağlanmıştır.
Olay no: 4 "Kimse Duymasın Süleyman Öldü."
Yıl 1566. Kanuni iyice yaşlanmış durumda. Otur oturduğun yerde değil mi? Hayır, o yine sefere çıkmaya hazırlanıyor. On bir yıldır sefere çıkmayan padişahın kanına Sokullu Mehmed Paşa giriyor ve onu kandırıyor. Adamcağızda zaten atalarından kalma gut hastalığı var.
İstanbul'dan çıkıldı yola. Sigetvar'a üç ay sonra gelindi. Padişah artık komada. Gitti gidecek. Dolaşamıyor, ayağa kalkamıyor, ama hastalığı askerden saklanıyor. Yoksa askerin moreli bozulacak ve geri dönülecek. Ve beklenen oldu. Muhteşem Süleyman 7 Eylül 1566'da öldü.
Sokullu ne yaptı pekiyi? Askerlere hiç birşey belli etmedi. Usulüne uygun, kimselere duyurulmadan yıkandı, namazı kılındı ve iç organları alınıp, hemen yatağının altındaki toprağa gömüldü. Bedeninin dış kısmı çeşitli maddelerle kaplandı, kokması önlendi, tabuta kondu. Ertesi günü Sigetvar kalesi alındı.
Kanuni'nin ölümü kırk sekiz gün saklandı. Sanki Kanuni yazıyormuş gibi Hatt-ı Hümayunlar bile yazdırıldı. Dönüş yolunda Hasan Ağa, Kanuni'ye benzediği için onun giysilerini giydi, orduyu selamladı ve saltanat arabasıyla dönüş yolculuğu başladı. Bu yolculukta hiç kimsenin bilmediği, duymadığı bir de ölü vardı ki, o da Kanuni Sultan Süleyman, Muhteşem Süleyman, Büyük Türk ünvanlı koca bir padişahtı.

KADIKÖY'ÜN KÖŞKLERİ



Biz, Ziverbey'de otururken çevremizdeki binalar dört beş katlıydı. Bir gün caddenin karşısına bir bina yapılmaya başlandı. Bir zaman sonra o bina bitti ve dokuz on katlı bir apartman oldu. Hepimiz bu devasa binaya şaşırmıştık. O zaman bize gökdelen gibi gelmişti o bina. O apartmanda oturanlardan biri de tiyatro sanatçısı Levent Kırca idi.

Ziveybey'den bugün de geçenler bahçe içinde beyaz bir köşk görürler. Şimdi geniş bahçesinde dört bloktan oluşan dev binalar var. Fakat, biz Ziveybey'de otururken bu beyaz köşkün çevresi yüksek duvarlarla çevrilmişti. Ara sıra bu bahçe içindeki köşke girip çıkanları görürdük. Fakat, Bülent Ecevit başbakan olduğunda bu köşke gelip giden yakışıklı bir gazetecinin İsmail Cem olduğunu öğrendik. Ziverbey'deki bu beyaz köşk bir zamanların TRT Genel Müdürü olan İsmail Cem'in hanımının anne ve babasına aitmiş. İsmail Cem, TRT Genel Müdürü olarak ünlenince onu daha bir görür olmuştuk o köşkte.

Yadırganacak bir şey yok. Bir zamanlar Ziverbey, Göztepe ve Erenköy köşkleriyle ünlüymüş. Çetin Altan'ın dededen kalma bir köşkünün Göztepe'de olduğunu ve bu köşkü bir zaman sonra müteahhite verdiğini biliyoruz. Zaten, bütün köşklerin başına gelen de buydu. Güzel bir apartman dairesinde, kaloriferle ısınmak o zamanlar büyük özentiydi. Şimdi, Göztepe'de ve minibüs caddesinin üzerinde, Göztepe benzincisinin karşısında bulunan Fahrettin Kerim Gökay köşkü o zamanların Göztepe köşkleri hakkında bize bilgi vermektedir. Ziverbey'de bulunan beyaz köşk ise arkasındaki devasa blogların gölgesinde kalmış olmakla birlikte, yine de o zamanın Ziverbey köşkleri hakkında bize bilgi verir.

Ziverbey'de bulunan ve bugün Müjdat Gezen vakfının sanat eğitim merkesi olarak kullanılan bina da aslında ahşap bir köşktü. II. derece tarihi eser sayılan bu bina yeniden yapıldığında aslına uygun restore edilmek zorunda olduğundan ancak bugünkü durumuyla yapılabildi. Şekil olarak belki o yılların Ziverbey köşklerine örnek olmaktadır fakat dış cephe kaplaması ile klâsik köşklerden oldukça uzaklaşmıştır.

Kadıköy köşkleri içinde bir de Troçki'nin İstanbul'a kaçtığında oturduğu köşk vardır ki Şifa Çıkmazı'ndaydı. Bütün köşklerin başına gelen yıkım faciası ne yazık ki bu köşkün de başına gelmiş ve tarihi bir şahsiyetin kaldığı ve belki de önemli hatırası olacağı bu köşk yıkılmış yerine apartman yapılmıştır.

Minibüs yolundan Kadıköy'e doğru inerken SSK Hastanesinin bahçesinde yola çok yakın konumda bir su terazisi görülür. Bu su terazisi aslında V. Sultan Murat'ın şehzadeliği sırasında yazlarını geçirdiği geniş arazide kurulu V. Sultan Murat Köşkü'ne su sağlayan su terazisidir.

Kadıköy'ün özellikle Ziverbey, Göztepe ve Erenköy köşkleri önemlidir ve içlerinde önemli şahsiyetleri barındırmıştır. Zaman içinde bu köşkler müteahhitlere verilmiş ve yerlerine dört beş katlı, geniş salonlu, büyük pencereli apartmanlar yapılmıştır. Fakat, İstanbul'un gelişen nüfusuna yetmeyen bu apartmanlar da zamanla yeniden müteahhite verilmiş ve yerlerine onbeş yirmi katlı apartmanlar yapılmıştır.

1950'lilere kadar Kadıköy'ün köşkerinin büyük bir kısmı ayakta kalmayı başarmıştır. Fakat, 1950'den sonra büyük kentlere başlayan göç genelde İstanbul'un ama bir ilçe olarak da Kadıköy'ün nüfusunu arttırmaya başlamıştır. Bir de dönemin inşaat çalışmaları ve müteahhit kültürü bir köstepek gibi bütün köşklere girmiş ve onlara cazip paralar teklif ederek sahiplerinin elinden almıştır. Bildiğimiz bir şey varsa bu köşklerde ömürlerinin büyük kısmını geçiren kişiler, köşkün yerine yapılan apartmanlardaki yeni komşularıyla uyumsuzluğa düşüp zamanla İstanbul'u terk etmek zorunda kalmışlar ve onların yerine Anadolu'dan göç etmek zorunda kalan yeni insanlar gelmeye başlamıştır. Özellikle Menderes dönemi olarak adlandırlan dönemde İstanbul'a göç etmeye özendirilen Anadolu insanları ellerindeki paraları ticarete yapırmaya başladıklarında zengin ama kent görgüsünden uzak insanlar olarak Kadıköy'ü doldurmaya başlamışlardır. Daha sonra gelen kuşaklar ise onlardan önce gelen hemşehrilerinin sayesinde çeşitli apartmanlarda kapıcılık görevi yapmaya başlamışlardır.

Köşkler yıkılırken ve yerlerine apartmanlar yapılırken, aslında değişen yıkılanın yalnızca köşler olmadığını uzun zaman geçmeden herkes anlayacaktı. Bu köşklerde yaşayan insanların hemen hepsi devletin üst düzey görevlileriydi. Bir kısmı tanınmış edebiyatçı, ressam ya da sanatın diğer dallarında ürün veren kişilerdi. Geleneksel bir aile kültürünü özümsemişler, İstanbul'un yaşam tarzını ise kendilerine ilke edinmişlerdi. Bir İstanbul beyfendisi, İstanbul hanımefendisi gibi giyinip, gezer, davranırlardı. Köşkünden çıkan bir kimse komşusunu gördüğünde kibarca durur ve eğer sabah ise "Sabah şerifler hayırlı olsun efendim" der ve karşılığında "Sizlerinde efendim"i aldıktan sonra yolluna devam ederdi.

İşte bu köşklerin yıkılıp yerlerine apartman yapılmasından sonra her daireye değişik bölgelerden insanlar gelmeye başladı. Hiç kimsenin hiç kimseye saygısının olmadığı apartman daireleri doldurdu her yanı. Bu apartman dailerinde oturan insanlar Menderes döneminden bu yana neredeyse 60 yıl geçmesine rağmen hâlâ kentlileşemediler. Bunu çok değişik davranışlardan anladığımız gibi özellikle araba park kavgalarından daha da iyi anlıyoruz. Düşünün, gecenin bir saatine apartman girişindeki park yerine bir başka araba park edip de o apartmanın park girişini engellediyse yandınız! O apartmanda oturan araç sahibi gecenin kaçı olmuş, çevrede uyuyan bebek ya da hasta var mı diye düşünmeden saatlerce arabasının kornasını çalıp park girişini tıkıyan araç sahibini arıyor. Bırakın çevredeki insanların rahatsız olmasını, çevredeki köpeklar bile bu durumdan rahatsız olup havlamaya başlıyorlar. Sıkıysa o kornayı çalan komşunuza bir şey deyin. Vallahi cinayet çıkar. Çünkü, köşklerin yıkılmasıyla birlikte biz komşuluğmuzu da yıktık. Menderes döneminde başlayan ve sonraki bütün sağcı-kapitalist partilerin desteklemesiyle yalnız paraya tapan insanlar insanı sevme özelliklerini yitirdiler. İşte görüyorsunuz, kızına tecavüz babaları, töre diye gencecik kızlarını öldüren aileler, sokak ortasında insanları öldürenler... Sabahın köründe yolcu almak için evinden çıkan bir kişiyi dakikalarca korna çalarak bekleyen minibüs sürücüleri.

İstanbul'un Kadıköy'ü bütün zamanlarda sayfiye yeriydi. Elit insanların oturduğu bir semtti. Zaman herşeyi değiştiriyor. Hiçbirimiz bu değişime dur diyemeyiz. Ancak, kent yaşamı bir kent kültürünü gerektirir. Kent kültürüne sahip olmak da kitap okumakla olmaz, kentte yaşamakla olur. Büyük kentlere göçün özendirildiği ve kültürsüz, eğitimsiz zenginlerin müteahhit olarak çalışmaya başladığı yıllarda Kadıköy çok kötü bir değişime uğradı. Zamanla bu müteahhitlerin apartman dairelerini alan yine kültürsüz ve eğitimsiz tüccarlar oldu. Apartman dairelerine inek bile besleyen nice insan gördük yakın tarihimizde. Apartman komşusunu balkonunda beslediği inek kadar sevmeyen komşular... Büyük bir değişim yaşanmaya başlandı. Bırakın kitabı, bir gazetenin girmediği evlerle doldu çevremiz. Bu bir tusunamiydi. Yıllardır Anadolu'nun en ucra köşelerine çekilmiş insanlar büyük bir hızla büyük kentlere ama özellikle İstanbul'a akmaya başladı. Bu dalga büyük bir hızla gelirken tıpkı tusunami gibi önüne ne geldiyse yıkıp geçti. Yıkılan yerlere yeni bir şeyler kondu sanıldı ama herkes yanılıyordu. İstanbul ve Kadıköy büyük bir değişim gösteriyordu. Bu değişim olumsuzluğa doğru idi. Şimdi bir çok "entel" yazar çizer takımı "Anadolu insanı küçümseniyor" diye akılları sıra kendi duygularını bastırarak doğruyu yazanlara, söyleyenlere kızıyor. Oysa, kızılacak bir şey yok. Anadolu'nun köyünden, mezrasında gelen insanlar İstanbul'un ve Kadıköy'ün yaşam tarzına dünde alışamamışlardı bugün de alışmış gözükmemektedirler. Şimdi yaşları ellinin üzerinde olanlar bir düşünsünler bakalım eskiden çevreleri böyle miydi?

Köşklerden başladık söze. O köşklerin yerinde şimdi kavak yelleri esiyor. O köşklerde oturan kentliler de yok artık. İstanbul ve tabi ki Kadıköy büyük bir Anadolu kasabası görünümünde yaşantısını sürdürüyor. Bu kent kültürünün çökmesi Türkiye'de bir türlü varolamayan burjuva sınıfının doğmasını da engellemiştir. Burjuva sınıfının olmadığı yerde proletarya varlığını ortaya koymamıştır. Burjuva kültürünün olmadığı yerde ise aşiret kültürü yerleşmiştir. Bu nedenle 1950'li yıllardan sonra devlet aşiret gibi yönetilmeye başlanmış ve bugün din devleti haline gelmiştir.

Konuyu dağıttığımı sanmayın, hiç bir plan ve programı olmayan iktidarlar büyük kentlerdeki yapısal değişimin zamanla insani değişime nasıl etki yapacağını düşünmeden koskoca bir kent kültürünü belki de bilerek yıkıp attılar. Büyük kentlere gelen bu insanlar ne ticareti ticaret gibi yaptılar, ne de sanyiyi sanayici gibi yaptılar ve ne yazık ki ne de siyaseti siyaset gibi yaptılar.

Köşklerden, apartmanlara; köşk insanlarından apartman insanlarına... Şimdi apartman insanları da yerlerini yeni tip insanlara bırakıyor. Bu yeni tipler tarikat mensubu tesettürlü bayanlar, çember sakallı, şalvarlı beyler.

Çağdaş Cumhuriyet'ten, radikal İslâm Cumhuriyet'ine... Bir kentte, kent kültürü kalmayınca olur böyle şeyler.

Siz hâlâ "Ne âlaka mı" diye soruyorsunuz?